'Çürük Temel' 100 yıl sonra sahnede
Öznur Oğraş Çolak/Cumhuriyet
Yayınlanma tarihi: 15 Mayıs 2014 Perşembe
İstanbul Tiyatro Festivali kapsamında sahnelenecek olan ‘Çürük Temel’in yönetmenliğini Engin Alkan üstleniyor.
Dârülbedayi, temsil hayatına Hüseyin Suat Yalçın’ın Emile Fabre’dan adapte ettiği “Çürük Temel” adlı oyunla başlamış. “Çürük Temel”, Rıdvan Paşa’nın yaptırdığı Tepebaşı’ndaki ahşap binada, o dönemin zor şartlarına, savaşa ve çevrediklerin “başaramazsınız” sözlerine inat sahnelenmiş. Büyük ilgi gören oyunun kahramanları Muhsin Ertuğrul ve arkadaşları... Tam 100 yıl öncesinden bahsediyorum. Darülbedayi bugünkü adıyla İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları, 100. yılında aynı oyunla sahnede. İstanbul Tiyatro Festivali kapsamında sahnelenecek olan oyunun yönetmeni Engin Alkan.
Alkan hiç dinlenmeden, nefes almadan sürekli çalışan ve üreten bir yönetmen ve oyuncu. Bu yıl sezon boyunca sahnelenen, “Küskün Müzikal”, “İstanbul Efendisi”, “Şark Dişçisi”, “Huysuz Müzikali” ve “Vişne Bahçesi” gibi oyunlarda rol alan ve yönetmenliğini yapan Alkan, “Şehir Tiyatroları’nın 100. kuruluş yılı için tatsız bir sessizliğin hâkim olması, neredeyse hiçbir projenin gündemde olmayışı çok rahatsız edici. Eski itibarlı günlerini bugün özlemle arıyor olsak da tiyatrom benim için önemliydi, Türkiye sanatı için önemliydi ve bu önemi kamuoyuna hatırlatmak önemsenmeliydi. Hele ki ödenekli tiyatroların ‘kaldırılma’sının tartışıldığı bir süreçte tiyatroma bir minnet borcum olduğu düşüncesi beni kolları sıvamaya yöneltti” diyor.
İlk sahnelendiğinde söylenen sözün bugünün seyircisine yüzyıl öteden ulaşmasını istemiş Alkan. Bunun için metnin izlekleri arasında bir önem sıralaması yapmış. “Çürük Temel”de, öz ve üvey evlatların bulunduğu İzmirli zengin bir ailenin bireyleri arasındaki ilişkileri anlatılıyor. İflasın eşiğine gelmiş dededen kalma bir halı fabrikasını kimin idare edeceğine dair başlayan çatışmalar oyunun sonunda ailenin ibreti alem parçalanmasına kadar sürüyor. Günümüze ne yazık ki hiç yabancı olmayan oyun, herkesin kendini haklı gördüğü ve hiçbir uzlaşma zemini aramadan haklılığını diğerine dayattığı toplu bir çöküş. Bazen soyut bir statüko ikonu, bazen bir iktidar mertebesi, bazen de bireyleri bir arada tutan bir ortak ülkü olarak “fabrika”yı alegorik bir imgeye dönüştürüp onu öne çıkararak işe başladığını söyleyen Alkan, “Öyle ki bu fabrika bir ailenin yanı sıra bir yanıyla çöken bir imparatorluğun, bir yanıyla yüz yıllık bir tiyatronun, bir yanıyla da bugün içinde yaşadığımız ülkenin tutarlı bir imgesi olabilmeliydi” diyor.
Metin 1990’lı yıllarda Sezai Gülşen ve Doğan Yavaş tarafından bugünkü dile adapte edilmiş. Metnin Fransızca orijinalini oyunun yönetmen yardımcısı Başak Erzi çevirmiş. Alkan, “Metni okuduğumda o zamana kadar sağdan-soldan duymuş olduğum olumsuz görüşlerin aksine çok ilginç, yüz yıl öncesinden bugüne söyleyecek sözü olan bir oyunla karşı karşıya olduğumu fark ettim. Ancak melodramatik ve bugüne kıyasla hantal bir üslupla yazılan metnin modern bir estetikle ele alınması ve bunun içinde bir çıkış noktası bulunması şart görünüyordu” diyor. Oyun yıkılmış, çökmüş, parçalanmış bir fabrika atmosferiyle başlıyor. Böylelikle yönetmen oyunda seyircinin çözüm ne olmalıydı sorunsalıyla daha önce karşılaşmasını ve izlence boyunca aklının bir tarafında sürekli cevaplar aramasını amaçlamış.
Oyunun oynandığı tarihsel dönemi dikkatle incelemiş Alkan, Muhsin Ertuğrul ve arkadaşlarının ilk olarak neden bu oyunu seçtiklerini o zaman anladığını söylüyor: “Bugün Çanakkale’de İngiliz hücumbotları yok, sınırlarımızı savunmak zorunda olduğumuz bir savaşın içinde değiliz fakat 100 yıl sonra bugün çok farklı cephelerde benzer bir çöküş duygusuna sahip olduğumuzu düşünüyorum. Bir toplumsal mutabakat fikrinden çok uzak ‘birlikte yaşama’ arzusunun en uzak noktalarına savrulup duruyoruz. Toplumun asli unsurlarının kendi yaşam hakkını ancak diğerinden alarak var olabileceği sanrısıyla bir çözümsüzlüğe dövüle sövüle itelenip duruyoruz. Kitlelere kendini mazlum ilan eden ve kendinden olmayana zulüm etmekte beis görmeyen bir sistem kendisi dahil tüm paydaları topyekûn ‘mağdur’ edebilir. Keşke Osmanlı’nın kadim tarihinden hamasetin dışında da dersler çıkarılabilseydi.”
Geçmişten bugüne ders çıkarabileceğimiz, festivalde görülmesi gereken oyunlardan biri “Çürük Temel.” Engin Alkan’ın sözüyle yazıyı bitirecek olursak: “Şu köhne fabrika ne senin, ne benim; hepimizin. İş ki bir çalıştırmayı becerebilelim…”
Oyunda, Oya Palay, Yeşim Koçak, Mert Tanık, Nurdan Gür, Mustafa Barış Koçkar, Dolunay Pircioğlu ve Samet Hafızoğlu rol alıyor. Dekor tasarımı ve ışık düzeni Cem Yılmazer’e, kostüm tasarımı Duygu Türkekul’a, oyunda kullanılan özgün müzikler Selim Atakan’a ait. Oyunun dramaturjisini ise Sinem Özlek ve Başak Erzi üstleniyor. (Oyun, 17-18 Mayıs tarihlerinde saat 20.30’da Harbiye Muhsin Ertuğrul Sahnesi’nde.)
Öznur Oğraş Çolak/Cumhuriyet
Yayınlanma tarihi: 15 Mayıs 2014 Perşembe
İstanbul Tiyatro Festivali kapsamında sahnelenecek olan ‘Çürük Temel’in yönetmenliğini Engin Alkan üstleniyor.
Dârülbedayi, temsil hayatına Hüseyin Suat Yalçın’ın Emile Fabre’dan adapte ettiği “Çürük Temel” adlı oyunla başlamış. “Çürük Temel”, Rıdvan Paşa’nın yaptırdığı Tepebaşı’ndaki ahşap binada, o dönemin zor şartlarına, savaşa ve çevrediklerin “başaramazsınız” sözlerine inat sahnelenmiş. Büyük ilgi gören oyunun kahramanları Muhsin Ertuğrul ve arkadaşları... Tam 100 yıl öncesinden bahsediyorum. Darülbedayi bugünkü adıyla İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları, 100. yılında aynı oyunla sahnede. İstanbul Tiyatro Festivali kapsamında sahnelenecek olan oyunun yönetmeni Engin Alkan.
Alkan hiç dinlenmeden, nefes almadan sürekli çalışan ve üreten bir yönetmen ve oyuncu. Bu yıl sezon boyunca sahnelenen, “Küskün Müzikal”, “İstanbul Efendisi”, “Şark Dişçisi”, “Huysuz Müzikali” ve “Vişne Bahçesi” gibi oyunlarda rol alan ve yönetmenliğini yapan Alkan, “Şehir Tiyatroları’nın 100. kuruluş yılı için tatsız bir sessizliğin hâkim olması, neredeyse hiçbir projenin gündemde olmayışı çok rahatsız edici. Eski itibarlı günlerini bugün özlemle arıyor olsak da tiyatrom benim için önemliydi, Türkiye sanatı için önemliydi ve bu önemi kamuoyuna hatırlatmak önemsenmeliydi. Hele ki ödenekli tiyatroların ‘kaldırılma’sının tartışıldığı bir süreçte tiyatroma bir minnet borcum olduğu düşüncesi beni kolları sıvamaya yöneltti” diyor.
İlk sahnelendiğinde söylenen sözün bugünün seyircisine yüzyıl öteden ulaşmasını istemiş Alkan. Bunun için metnin izlekleri arasında bir önem sıralaması yapmış. “Çürük Temel”de, öz ve üvey evlatların bulunduğu İzmirli zengin bir ailenin bireyleri arasındaki ilişkileri anlatılıyor. İflasın eşiğine gelmiş dededen kalma bir halı fabrikasını kimin idare edeceğine dair başlayan çatışmalar oyunun sonunda ailenin ibreti alem parçalanmasına kadar sürüyor. Günümüze ne yazık ki hiç yabancı olmayan oyun, herkesin kendini haklı gördüğü ve hiçbir uzlaşma zemini aramadan haklılığını diğerine dayattığı toplu bir çöküş. Bazen soyut bir statüko ikonu, bazen bir iktidar mertebesi, bazen de bireyleri bir arada tutan bir ortak ülkü olarak “fabrika”yı alegorik bir imgeye dönüştürüp onu öne çıkararak işe başladığını söyleyen Alkan, “Öyle ki bu fabrika bir ailenin yanı sıra bir yanıyla çöken bir imparatorluğun, bir yanıyla yüz yıllık bir tiyatronun, bir yanıyla da bugün içinde yaşadığımız ülkenin tutarlı bir imgesi olabilmeliydi” diyor.
Metin 1990’lı yıllarda Sezai Gülşen ve Doğan Yavaş tarafından bugünkü dile adapte edilmiş. Metnin Fransızca orijinalini oyunun yönetmen yardımcısı Başak Erzi çevirmiş. Alkan, “Metni okuduğumda o zamana kadar sağdan-soldan duymuş olduğum olumsuz görüşlerin aksine çok ilginç, yüz yıl öncesinden bugüne söyleyecek sözü olan bir oyunla karşı karşıya olduğumu fark ettim. Ancak melodramatik ve bugüne kıyasla hantal bir üslupla yazılan metnin modern bir estetikle ele alınması ve bunun içinde bir çıkış noktası bulunması şart görünüyordu” diyor. Oyun yıkılmış, çökmüş, parçalanmış bir fabrika atmosferiyle başlıyor. Böylelikle yönetmen oyunda seyircinin çözüm ne olmalıydı sorunsalıyla daha önce karşılaşmasını ve izlence boyunca aklının bir tarafında sürekli cevaplar aramasını amaçlamış.
Oyunun oynandığı tarihsel dönemi dikkatle incelemiş Alkan, Muhsin Ertuğrul ve arkadaşlarının ilk olarak neden bu oyunu seçtiklerini o zaman anladığını söylüyor: “Bugün Çanakkale’de İngiliz hücumbotları yok, sınırlarımızı savunmak zorunda olduğumuz bir savaşın içinde değiliz fakat 100 yıl sonra bugün çok farklı cephelerde benzer bir çöküş duygusuna sahip olduğumuzu düşünüyorum. Bir toplumsal mutabakat fikrinden çok uzak ‘birlikte yaşama’ arzusunun en uzak noktalarına savrulup duruyoruz. Toplumun asli unsurlarının kendi yaşam hakkını ancak diğerinden alarak var olabileceği sanrısıyla bir çözümsüzlüğe dövüle sövüle itelenip duruyoruz. Kitlelere kendini mazlum ilan eden ve kendinden olmayana zulüm etmekte beis görmeyen bir sistem kendisi dahil tüm paydaları topyekûn ‘mağdur’ edebilir. Keşke Osmanlı’nın kadim tarihinden hamasetin dışında da dersler çıkarılabilseydi.”
Geçmişten bugüne ders çıkarabileceğimiz, festivalde görülmesi gereken oyunlardan biri “Çürük Temel.” Engin Alkan’ın sözüyle yazıyı bitirecek olursak: “Şu köhne fabrika ne senin, ne benim; hepimizin. İş ki bir çalıştırmayı becerebilelim…”
Oyunda, Oya Palay, Yeşim Koçak, Mert Tanık, Nurdan Gür, Mustafa Barış Koçkar, Dolunay Pircioğlu ve Samet Hafızoğlu rol alıyor. Dekor tasarımı ve ışık düzeni Cem Yılmazer’e, kostüm tasarımı Duygu Türkekul’a, oyunda kullanılan özgün müzikler Selim Atakan’a ait. Oyunun dramaturjisini ise Sinem Özlek ve Başak Erzi üstleniyor. (Oyun, 17-18 Mayıs tarihlerinde saat 20.30’da Harbiye Muhsin Ertuğrul Sahnesi’nde.)
Seray Şahinler / Akşam
Bu yıl 100. yılını kutlayan İBB Şehir Tiyatroları’nın ilk oyunu ‘Çürük Temel’ yeniden sahnede. Oyun 17-18 Mayıs tarihlerinde İstanbul Tiyatro Festivali kapsamında sahnelenecek, önümüzdeki sezondan itibaren de Şehir Tiyatroları izleyicisiyle buluşacak.
Tam 100 yıl önce “Yapamazsınız” diyenlere kulak asmadan yola çıktı Muhsin Ertuğrul ve arkadaşları… I. Dünya Savaşı’yla birlikte, ülkenin her yanında ümitsizlik hüküm sürerken 1916’da bir parça motivasyon için asker ailelerine yardım amaçlı bir oyun sahneye koydular. Bir taraftan geleneksel Türk tiyatrosu devam ederken onlar Batılı anlamda tiyatronun ilk adımını ‘Darülbedayi’ ile attılar. Bir asır geride bırakılırken, o oyun 98 yıl sonra tekrar sahnelenecek. Oyunun yönetmeni Engin Alkan’la provalar sırasında buluştuk.
İşte detaylar:
Darülbedayi’nin ilk temsili 100. yıl anısına yeniden hayat buluyor. Neler söylemek istersiniz?
Çürük Temel Şehir Tiyatroları’nın ilk oyunu ve bir uyarlama. Okuma tiyatrosu dışında 98 yıldır sahnelenmemiş. 100.yılın anlamını vurgulayacak projeler yapmamız gerektiğini düşündüm ve metne ulaştım. I. Dünya Savaşı’nda Osmanlı’nın parçalanma döneminde bu metin seçilmiş. Oyunda atadan miras kalan fabrikayı ele geçirmek isteyen, herkesin haklı olduğu bir ailenin çöküşüne tanıklık ediyoruz. Bunu o zamanki ölçek içinde Osmanlı Devleti’nin alegorisi gibi görebilirsiniz. 100 yıl geçtikten sonra bugün de yaşadığımız gündelik gerçeklik içinde benzer sorunların sürekli gündemde olduğu, herkesin kendi haklılığını savunup bir diğerin hakkını reddettiği bir ortamda yaşıyoruz.
Fikir sizden mi çıktı?
Evet. Bugüne kadar bu metin nasıl elime geçmemiş ve neden sahneye taşınmamış diye çok düşündüm. Şehir Tiyatrosu’na 100. yıl vesilesiyle bunu sahneye taşıyalım diye önerdim. Hemen paçaları sıvadık. 100. Yılın öneminin altını çizip, onunu anısına bir oyun sahneliyoruz.
BUGÜNÜN SEYİRCİSİNE ÖZEL
Nasıl bir süreç oldu oyunu yeniden şekillendirmek?
Oyun 1996′da Genç Günler’de Osmanlıcadan Türkçeye çevrilerek okuma tiyatrosu şeklinde bir gösteri halinde sunulmuş. Bu çeviri bize ışık tuttu. Tabii oyuna bir restorasyon gerekiyordu. Çok fazla tekrar vardı ve uzun bir oyundu. Nostaljik bir şey yapmamak kaydıyla bugünkü seyirciye de ulaşmasını istedik. Estetikte bu 100 yıl farkını ortaya koyalım dedik ve yeni bir okuma geliştirdik. Bir modern tragedya formuna ulaştık diyebilirim. Korumaya çalıştığımız o eski dili modern bir yapının içine oturttuk. İlginç bir gösteri ortaya çıktı.
BİR DEVRİM NİTELİĞİNDE
Oyunun 1916’da sahnelenmesiyle ilgili olarak araştırmalar yaptınız mı? Nelere ulaştınız?
Darülbedayi’nin ilk kuruluş yılları, çalkantılı günler. Batılı anlamda tiyatronun seyircisi yok. İlk gösterimi matine-suare biçiminde oynamışlar. Birinde erkekleri diğerinde kadınları kabul ederek gösteri yapmışlar. Bu uyarlama bir devrim niteliği taşıyor. Buna inanmayan çok insan var araştırdığımız kaynaklarda: “Beceremezsiniz” diyorlar. Muhsin Ertuğrul ve çevresindeki akıl yandaşlarıysa bir an önce o Batılılaşma, modernite hareketinin ruhuyla “Biz bunu yaparız” iddiasıyla yola çıkıyorlar. Büyük bir gerilimle başlıyor oyun. Acaba beğenilecek mi diyorlar. Ve gerçekten büyük takdir kazanıyor. Oyunun başarısı devamını da getiriyor. Ve 100 yıllık bir kurumun çatısı da böylelikle ortaya çıkıyor. İsmi de manidar. İlk oyun nasıl oluyor da ‘Çürük Temel’ olur diyorlar ama bu temel 100 yıl dayandı.
Bu yıl 100. yılını kutlayan İBB Şehir Tiyatroları’nın ilk oyunu ‘Çürük Temel’ yeniden sahnede. Oyun 17-18 Mayıs tarihlerinde İstanbul Tiyatro Festivali kapsamında sahnelenecek, önümüzdeki sezondan itibaren de Şehir Tiyatroları izleyicisiyle buluşacak.
Tam 100 yıl önce “Yapamazsınız” diyenlere kulak asmadan yola çıktı Muhsin Ertuğrul ve arkadaşları… I. Dünya Savaşı’yla birlikte, ülkenin her yanında ümitsizlik hüküm sürerken 1916’da bir parça motivasyon için asker ailelerine yardım amaçlı bir oyun sahneye koydular. Bir taraftan geleneksel Türk tiyatrosu devam ederken onlar Batılı anlamda tiyatronun ilk adımını ‘Darülbedayi’ ile attılar. Bir asır geride bırakılırken, o oyun 98 yıl sonra tekrar sahnelenecek. Oyunun yönetmeni Engin Alkan’la provalar sırasında buluştuk.
İşte detaylar:
Darülbedayi’nin ilk temsili 100. yıl anısına yeniden hayat buluyor. Neler söylemek istersiniz?
Çürük Temel Şehir Tiyatroları’nın ilk oyunu ve bir uyarlama. Okuma tiyatrosu dışında 98 yıldır sahnelenmemiş. 100.yılın anlamını vurgulayacak projeler yapmamız gerektiğini düşündüm ve metne ulaştım. I. Dünya Savaşı’nda Osmanlı’nın parçalanma döneminde bu metin seçilmiş. Oyunda atadan miras kalan fabrikayı ele geçirmek isteyen, herkesin haklı olduğu bir ailenin çöküşüne tanıklık ediyoruz. Bunu o zamanki ölçek içinde Osmanlı Devleti’nin alegorisi gibi görebilirsiniz. 100 yıl geçtikten sonra bugün de yaşadığımız gündelik gerçeklik içinde benzer sorunların sürekli gündemde olduğu, herkesin kendi haklılığını savunup bir diğerin hakkını reddettiği bir ortamda yaşıyoruz.
Fikir sizden mi çıktı?
Evet. Bugüne kadar bu metin nasıl elime geçmemiş ve neden sahneye taşınmamış diye çok düşündüm. Şehir Tiyatrosu’na 100. yıl vesilesiyle bunu sahneye taşıyalım diye önerdim. Hemen paçaları sıvadık. 100. Yılın öneminin altını çizip, onunu anısına bir oyun sahneliyoruz.
BUGÜNÜN SEYİRCİSİNE ÖZEL
Nasıl bir süreç oldu oyunu yeniden şekillendirmek?
Oyun 1996′da Genç Günler’de Osmanlıcadan Türkçeye çevrilerek okuma tiyatrosu şeklinde bir gösteri halinde sunulmuş. Bu çeviri bize ışık tuttu. Tabii oyuna bir restorasyon gerekiyordu. Çok fazla tekrar vardı ve uzun bir oyundu. Nostaljik bir şey yapmamak kaydıyla bugünkü seyirciye de ulaşmasını istedik. Estetikte bu 100 yıl farkını ortaya koyalım dedik ve yeni bir okuma geliştirdik. Bir modern tragedya formuna ulaştık diyebilirim. Korumaya çalıştığımız o eski dili modern bir yapının içine oturttuk. İlginç bir gösteri ortaya çıktı.
BİR DEVRİM NİTELİĞİNDE
Oyunun 1916’da sahnelenmesiyle ilgili olarak araştırmalar yaptınız mı? Nelere ulaştınız?
Darülbedayi’nin ilk kuruluş yılları, çalkantılı günler. Batılı anlamda tiyatronun seyircisi yok. İlk gösterimi matine-suare biçiminde oynamışlar. Birinde erkekleri diğerinde kadınları kabul ederek gösteri yapmışlar. Bu uyarlama bir devrim niteliği taşıyor. Buna inanmayan çok insan var araştırdığımız kaynaklarda: “Beceremezsiniz” diyorlar. Muhsin Ertuğrul ve çevresindeki akıl yandaşlarıysa bir an önce o Batılılaşma, modernite hareketinin ruhuyla “Biz bunu yaparız” iddiasıyla yola çıkıyorlar. Büyük bir gerilimle başlıyor oyun. Acaba beğenilecek mi diyorlar. Ve gerçekten büyük takdir kazanıyor. Oyunun başarısı devamını da getiriyor. Ve 100 yıllık bir kurumun çatısı da böylelikle ortaya çıkıyor. İsmi de manidar. İlk oyun nasıl oluyor da ‘Çürük Temel’ olur diyorlar ama bu temel 100 yıl dayandı.
Çürük Temel Yeniden Sahnede
Duygu Dalyanoğlu/Mimesis Haber
19. İstanbul Tiyatro Festivali’nde prömiyer yapan oyunlardan biri de İBB Şehir Tiyatroları tarafından sahnelenen Çürük Temel oldu. Dün Harbiye Muhsin Ertuğrul Sahnesi’nde seyirci ile buluşan oyunun metni Émile Fabre’ye ait. Darülbedayi’nin sahnelediği ilk oyun olarak tarihe geçen Çürük Temel ilk kez 1916′da Hüseyin Suat Yalçın adaptasyonuyla oynanmış. Sezai Gülşen, Doğan Yavaş’ın Osmanlıca’dan çevirdiği, Engin Alkan’ın yönettiği oyun İBB Şehir Tiyatroları’nın 100. yılında, farklı bir okuma, çağdaş bir yorumla bir kez daha perde açma iddiasına sahip.
Çürük Temel‘in hikâyesi, birinin geleceği, diğerinin itibarı, bir başkasının intikamına dönüşmüş, aile yadigârı bir fabrikanın etrafında cereyan ediyor. Oyun, öz ve üvey evlatların bulunduğu zengin bir ailenin üyeleri arasındaki ilişkileri konu ediniyor. Oyunun ana karakteri Münire Hanım’a ait, iflasın eşiğine gelmiş dededen kalma bir halı fabrikasını kimin idare edeceğine dair başlayan çatışmalar oyunun sonunda ailenin parçalanması ile son buluyor. Münire Hanım eşi ya da çocukları arasında tercih yapmak zorunda kalıyor.
Dün Oya Palay, Yeşim Koçak, Mert Tanık, Nurdan Gür, Mustafa Barış Koçkar, Dolunay Pircioğlu ve Samet Hafızoğlu’nun sahne aldığı oyunun sonunda Şehir Tiyatroları’nın 100 yılılık geçmişi hatırlandı. Tüm prodüksiyon kadrosunun sahneye çıkmasının ardından oyunun yönetmeni Engin Alkan’ın Şehir Tiyatroları’nın ‘’100 yıl daha’’ devam etmesi temennisi ile gece sona erdi.
Oyun bugün yani 18 Mayıs Pazar günü saat 20:30’da Harbiye Muhsin Ertuğrul Sahnesi’nde oynanacak.
Duygu Dalyanoğlu/Mimesis Haber
19. İstanbul Tiyatro Festivali’nde prömiyer yapan oyunlardan biri de İBB Şehir Tiyatroları tarafından sahnelenen Çürük Temel oldu. Dün Harbiye Muhsin Ertuğrul Sahnesi’nde seyirci ile buluşan oyunun metni Émile Fabre’ye ait. Darülbedayi’nin sahnelediği ilk oyun olarak tarihe geçen Çürük Temel ilk kez 1916′da Hüseyin Suat Yalçın adaptasyonuyla oynanmış. Sezai Gülşen, Doğan Yavaş’ın Osmanlıca’dan çevirdiği, Engin Alkan’ın yönettiği oyun İBB Şehir Tiyatroları’nın 100. yılında, farklı bir okuma, çağdaş bir yorumla bir kez daha perde açma iddiasına sahip.
Çürük Temel‘in hikâyesi, birinin geleceği, diğerinin itibarı, bir başkasının intikamına dönüşmüş, aile yadigârı bir fabrikanın etrafında cereyan ediyor. Oyun, öz ve üvey evlatların bulunduğu zengin bir ailenin üyeleri arasındaki ilişkileri konu ediniyor. Oyunun ana karakteri Münire Hanım’a ait, iflasın eşiğine gelmiş dededen kalma bir halı fabrikasını kimin idare edeceğine dair başlayan çatışmalar oyunun sonunda ailenin parçalanması ile son buluyor. Münire Hanım eşi ya da çocukları arasında tercih yapmak zorunda kalıyor.
Dün Oya Palay, Yeşim Koçak, Mert Tanık, Nurdan Gür, Mustafa Barış Koçkar, Dolunay Pircioğlu ve Samet Hafızoğlu’nun sahne aldığı oyunun sonunda Şehir Tiyatroları’nın 100 yılılık geçmişi hatırlandı. Tüm prodüksiyon kadrosunun sahneye çıkmasının ardından oyunun yönetmeni Engin Alkan’ın Şehir Tiyatroları’nın ‘’100 yıl daha’’ devam etmesi temennisi ile gece sona erdi.
Oyun bugün yani 18 Mayıs Pazar günü saat 20:30’da Harbiye Muhsin Ertuğrul Sahnesi’nde oynanacak.
“Şehir Tiyatrosunun Tek Vasisi Seyirci Olmalı”
Mimesis Söyleşi / Darülbedayi’nin 100. kuruluş yılı etkinlikleri kapsamında hazırlanan ve 19. İKSV İstanbul Tiyatro Festivali’nden prömiyerini yapan “Çürük Temel” üzerine oyunun yönetmeni Engin Alkan ve dramaturgu Sinem Özlek ile yaptığımız söyleşiyi yayınlıyoruz. (Söyleşi: Fırat Güllü)
DARÜLBEDAYİ’NİN İLK OYUNU ÇÜRÜK TEMEL
İsterseniz önce bu projenin nasıl doğduğunu konuşarak başlayalım. Bu çok özel bir proje ve sonuçta yönetmen olarak bu projeyi aslında siz seçmediniz. 100 yıl önce Darülbedayi’yi kuran kişilerim seçtiği bir metin. Aslında metin gerçekten çok ilginç: Ülke 1. Dünya Savaşı’nın tam ortasında, 1915 yılı yaşanmış, Çanakkale’de, Sarıkamış’ta dünya kadar insan ölmüş, tehcir olmuş ve ciddi bir Ermeni kıyımı yaşanmış vs… Böyle bir ortamda, bugün olsa tüm medya şovenist milliyetçi bir çizgiye kayardı herhalde. Ama Darülbedayi repertuarının ilk oyununa bakıyoruz ve sosyal bir dramaya karşılaşıyoruz. İlginç bir durum aslında.
Engin Alkan: Eğer bu metni seçenlerin kafasında Osmanlı’nın çöküşüne atıfta bulunan bir alegori kurma fikri vardıysa da araştırmalarımızda bu konuda yoruma rastlamadık. Ben metni okuduğumda oyun seçiminde belli bir amaç doğrultusunda hareket edildiği düşüncesine kapıldım. Aslında bir ailenin öyküsü üzerinden anlatılanlar dönemin tarihsel serüvenine çok uygundu. Devlet can çekişiyor, İmparatorluğun bütün unsurları birbirine düşmüş dışarıda ve içeride savaş halinde, Balkanlar’da milliyetçi ayaklanmalar, Mısır’ın kaybedilmesi, Rus cephesinde savaşlar, bugün soykırım diye tartışılan Ermeni meselesi yaşanıyor… Böyle sıcak gündemlerin bir arada yaşandığı bir ortamda, bir ailenin üyelerinin kendi haklarını elde etmek için ailenin diğer üyelerini yıkılışa sürükleyişini anlatan bir oyun tesadüfen seçilmiş olamazdı. Bugün yüz yıl sonra aynı oyunu ele aldığımızda ve bugünün seyircisine ne söyleyebileceğini kendimize sorduğumuzda aslında çok benzer bir sürece tanıklık ettiğimizi gördük. Tabii şaşırtıcı olan bir diğer şey, bu metnin ilk oynanışından sonra yüz yıl boyunca bir okuma tiyatrosu olarak sergilenen bir etkinlik dışında, bir daha hiç gündeme gelmemiş olması. Onca zaman içinde metin tümüyle unutulmuştu sanki.
Peki bu metni yeniden ele alma yolunda kurum mu sizden bir istekte bulundu, yoksa bu sizin fikriniz miydi?
Engin Alkan: Aslında ben oldukça yoğun bir dönemden geçiyordum. İki yeni oyunun provasından yeni çıkmıştım ve kendime zaman tanımak niyetindeydim. Çok fazla üretim odaklı yaşadığımı ve yeni şeyler biriktirmek için zamana ihtiyacım olduğunu düşünüyordum. Ancak durum tabiri caizse trajik bir hal almaya başladı. Kurum 100 yaşına giriyordu ve ortada hiçbir proje konuşulmuyordu. Gidip konuştuğumda bana somut hiçbir proje olmadığı açıkça söylendi. Bir de şöyle bir gerçeklik var, Şehir Tiyatrosu’nda motivasyon son dönemde düşme eğiliminde. İnsanlar özellikle bu yönetmelik değişikliğinden sonra oldukça karamsar bir ruh haline büründüler. Ben de bu durumdan çok rahatsız oldum ve bir proje araştırmasına giriştim. Muhsin Ertuğrul ile ilgili bir şey yapabilir miyim diye düşünmeye başladım. Bazı okumalar yapmaya başladım. O okumalar devam ederken metni okuma şansım oldu. Metin ilgimi çekti; hem oynanan ilk oyun olduğu hem de bugün hala seyirciye söyleyecek bir sözü bulunduğu için oyunu sahneleme teklifini kuruma ben götürdüm. O zaman orijinal metnin yeniden çevrilmesi ya da uyarlanması ya da tümüyle şimdi kullandığımız orijinal adaptasyon üzerinden gidilmesi konusunda net bir kararım yoktu. Kurum projeyi hemen sahiplendi ve destekledi. Çok hızlı bir biçimde gelişti her şey ve birden bire kendimizi festival programında bulduk. Bu nedenle çok sıkışık bir dönemde gerçekleşti çalışmalar. Ama bu metni yeniden sergilemek 100. yıl için yeterli değil, sadece bir oyundan ibaret olmamalı. Daha çok fazla proje geliştirilebilir. Umuyorum yapılacaktır.
ÖNCE OYUNCUNUN KENDİSİNİN İKNA OLMASI GEREKİR
Dramaturji çalışmasını yürütürken orijinal metne bakma şansınız oldu mu? Uyarlama konusundaki görüşünüz nedir?
Sinem Özlek: Genel anlamda iyi bir adaptasyon olduğu söylenebilir. Mekanın İzmir’e taşınması, isimlerin yerelleştirilmesi ve fabrikanın halı fabrikasına dönüştürülmesi dışında karakterler ve durumlar küçük değişikliklerle, aslına sadık biçimde aktarılmış. Bu arada boşanma, o dönem açısından bizim toplum yapımıza “uygun düşmeyen” bir durum olarak görülmesinden olsa gerek, uyarlamada daha fazla vurgu almış ve bir mesele haline getirilmiş.
Oyun orijinal metne büyük oranda bağlı kalınarak hazırlanmıştı. Grubun yorumu, metne yapılan müdahalelerle değil diğer sahnelenme araçlarıyla açığa çıkarılmıştı. Ben tüm oyunlarınızı izlemedim ama izlediğim oyunlarınız içerisinde çevre tasarımının en az metin kadar önemli olduğu bir prodüksiyonla karşı karşıya kaldık.
Engin Alkan: Oyun bir melodram formunda yazılmış. İlk ele aldığımızda hantal bir yapısı olduğu dikkatimizi çekti. Ben metni çağdaş bir tragedya formuna dönüştürme eğilimindeydim. Bu sayede günümüzle daha iyi buluşabileceğini düşünüyordum. Bu fikir ışığında metinde bahsi geçen İzmir’deki halı fabrikası dağınık durumdaki pek çok imgeyi toparlayan somut bir başlangıç oldu tasarım için. Tragedya yapısına sadık kalarak trajik sonu baştan gösterip süreci sergileme düşüncesindeydik. Yıkılmış, parçalanmış, toprağa karışmış bir fabrika imgesinin başlangıç için ideal bir tasarım oluşturacağını düşündük. Seyircinin oyunu bu yıkımın nasıl oluştuğunu öğrenme motivasyonu ile izlemesini istedik. Bu tasarım bizim estetik tercihlerimizi belirledi. Bu aşamadan sonra sahneye çıkan tüm karakterler bu yıkıntı içinde devinen ve onun altında kalmış figürler olarak belirdiler sahnede. Zaman kavramı, benzetmeciliğin sınırları vs… gibi konular tümüyle bu tasarım etrafında yanıt buldu. Dolayısıyla tespitinizde haklısınız. Tasarımı oluşturmak neredeyse metni çözümlemekle eş zamanlı ilerledi.
Yorumunuzu ortaya koymanızı sağlayan diğer bir unsur oyunculuktu. Zaman zaman çok ekspresyonist bir tarz hüküm sürdü, zaman zaman grotesk bir üslup hakim oldu sahneye, zaman zaman da sadelik devreye girdi. Yani kısacası eklektik bir üslup söz konusuydu. Bir üsluplar sentezi… Burada üsluplar arasındaki çatışmanın, dağılmakta olan ailenin çatışma noktalarını açığa çıkaracak biçimde tasarlandığı izlenimini edindik.
Engin Alkan: Öncelikle yazarın bazı karakterleri öne çıkaran, diğerlerini tali kılan bir dünyası vardı. Bizim niyetimiz tüm karakterlerin eşit derecede vurgu almasını ve haklı-haksız paradoksunda, seyircinin gözünde eşit ağırlıkta olmasını sağlamaktı. Bu yüzden yan karakterleri geliştirerek ana karakterlerle eşit düzeye getirmek için çalıştık. Oyunculardan çalışma esnasında rolleriyle mesafeli bir ilişki kurmalarını, rollerini hemen benimsememelerini, onlara yaklaşırken onayladıkları ve onaylamadıkları yönleri üzerinde düşünmelerini istedim. Bu birinci adımdı. Örneğin Pervin’in, bu kadar derin travmalar yaşayan bir kadın karakterin kıyafetiyle, jestleriyle, konuşma biçimiyle de farklı olması gerektiğini düşündük. Çok yönlü sorgulamalarla tüm karakterler oluşturuldu ve çatışmanın taraflarını oluşturan taraflar tek tek birbirinden uzaklaştı. Ferit’in Şark’tan gelen bir figür oluşu ve onun elitistlere ait bir dünyanın bir parçası olmayışı, onun konuşmasını, giyinişini, sahnedeki zamanı kullanışını belirlemeliydi. Sahnede gayet stilize ve metaforik bir dünya yaratma isteğindeydik. Bu yüzden bu dünya içerisinde gündelik hayatın dilinden, gündelik hayatın bildik hallerinden uzaklaşmamız gerekiyordu. Anı yaşamaktan ziyade, oyuncuların bir anımsama metaforunu işaret edecek biçimde suskunluk anları üzerine çalıştık. Bu imgeleri sahne üzerine oyunculuk yoluyla taşımak hiç kolay olmadı. Uzun çalışmalar sonrasında sanıyorum bir üslup birliği oluştu, gündelik hayatın dışında irreel düzlem yakalanabildi. Bir diğer amacımız, küçük kıvılcımları yangına dönüştürerek bir tragedya dokusu oluşturabilmekti. Tabii böyle bir çalışmada öncelikle oyuncunun kendisinin ikna olması gerekiyor. Sonuçta seyircinin oyunu izlerken, aslında bunun oyuncuların sergilediği bir oyun olduğunun da farkında olarak seyretmesinin oyuncuların kurduğu üslup bütünlüğünün sonucu olduğunu düşünüyorum.
OYUNDAKİ ANNE EN GENEL PAYDAMIZ
Oyunu yıkılmış fabrika imgesiyle açmak sosyo-ekonomi vurgulu bir dramaturjinin güç kazanmasına yol açıyor. Sözünü ettiğiniz gibi bu tasarım içerisinde hareket eden figürler arasındaki ilişkileri asla sadece sosyal ilişkiler olarak göremiyoruz. Bu bağlamda bende bir izleyici olarak oyunun bıraktığı imge oldukça anti-kapitalist bir yön barındırıyordu. Bütün o aile dramını nedenselleştirirken kişilerin zaaflarından ziyade bir sistemin zaaflarını önplana çıkaran bir yorum ortaya çıkıyordu.
Engin Alkan: Karakterlerimiz soylu kişiler değiller, para karşılığında prestij kazanmış kişiler. Korumaya çalıştıkları da bu prestij. Aynı zamanda tüm çatışmaların temelinde de yaşama arzusunun bedenleştiği iktidar sahibi olma itkisi yatıyor. Bizim cumhuriyet tarihimizde de statükonun el değiştirmesi, yıllar yılı dışlanmış, sistemin dışına itilmiş unsurların statükoyu ele geçirmesi hikayesi söz konusudur. Bu gün dilimizde “Anadolu Kaplanları” gibi terimler var. Dolayısıyla yaşanan tüm acılar ne olursa olsun sermaye ile bağlantılı bir biçime geliyor. Kim neyi, niçin, ne yolla ele geçirmeye çalışıyor? Bizim sahnede göstermeyi amaçladığımız şey bu. En temel mücadele amacı fabrikaya sahip olmak. Onun getirdiği paraya, prestije, güce sahip olmak. Ekonomik itkilerle insan hayatları birbirlerine çarpıp çarpıp parçalanıyor.
Sinem, bu öyküde tiyatroda çok sık karşımıza çıkan anneler ve çocuklar imgesi çıkıyor. Bu tema üzerinden baktığında metni nasıl değerlendiriyorsun?
Sinem Özlek: Evet üst katmandaki öyküye baktığınızda parçalanmış bir ailenin dramı söz konusu. Herkesin kendi açısından haklı olduğu gerekçelerle, kopmalar, ayrılmalar yaşanmış ya da sadece görüntüde bir arada bir hayat sürdürülmüş. Ama biraz daha odaklanıp aile üyelerinin sosyal ve sınıfsal özelliklerine yoğunlaştığınızda sadece bir aile hikayesi olmaktan çıkıyor, çok daha genel bir “bir arada yaşama” deneyiminin hikayesine dönüşebiliyor bu. Anne figürü örneğin, bir yandan seyircinin kolaylıkla empati kuracağı, acısını anlamaya hazır olduğu bir karakter aynı zamanda, üretim mekanizmasının karar yetkisine asıl sahip olan kişi. Bütün aile üyelerine eşit mesafede durmaya çalışan ancak dağılmaya engel olmak için işlevsel çözümler üretemeyen kişi. Eksende ise bir fabrika var. Tüm tarafların miras hukuku gereği hak sahibi olduğu fabrikanın tekrar nasıl çalışmaya başlayacağıyla kimse pek ilgilenmiyor aslında, sahibi olmak için mücadele veriyor. Ve hakkı olana sahip çıkmak için bir diğerinin hakkının yenmesine göz yuman aile bireyleri her defasında trajik bir çıkışsızlıkla karşılaşıyorlar.
Ama finalde anne ayıyor ve artık oyunun sonunu değiştiremeyeceğini bilmemize rağmen bize sesleniyor, son sözleri bize söylüyor.
Engin Alkan: Oyunda anne oldukça pasif bir öğe. Can veren, doğuran, kamuoyunu düşünürsek seçmen gibi oy veren ama olayların akışı karşısında iradesini kullanamayan bir figür. Evet acıyı tüm benliğinde hissediyor ama olayların akışına müdahale edemiyor, etmiyor. Sonunda bir seçim yapmak zorunda kaldığında da yaptığı seçim pek bir işe yaramıyor. Elindeki avucundakini dağıtıp bir nevi intihar noktasına geliyor. Bütün duyarlılıkları kendi bünyesinde barındıran, ancak tümüyle pasifize olmuş, karşıt uçların her birine aynı mesafede duran ama bir türlü harekete geçemeyen, söz sahibi olmaktan kaçınan bir figür. Oyunda anne en genel paydamız olarak resmedilmeye çalışıldı.
EDEBİYAT TİYATROSUNDAN HOŞLANMIYORUM.
İzlediğimiz oyunda da açıkça ortaya koyuldu ki böyle bir annenin tüm çocuklarını aynı anda mutlu etmesi imkansız. Büyük bir açmaz içinde aslında. Tasarımı kullanarak altını çizdiğiniz bir durumdu bu. Münire karakteri yüksek bir platform içerisinde herkesin tepesinde yer alıyordu. Herkesin mutluluğu için uğraştığı, fedakarlıkta bulunduğu bir figürdü. İçinde yaşamakta olduğumuz sisteme dönük en önemli eleştirilerden birisi bu belki de: büyük bir çoğunluk küçük bir azınlığın mutluluğu için yaşıyor. Yüz yıl önce yazılmış bir oyun ama çok güncel meseleleri tartışıyor. Aslında bu sizin diğer oyunlarınızda da sık sık karşımız çıkan bir unsur. 19. ya da 20. yüzyıla ait bir metni alıp, 21. yüzyılı onlar üzerinden tartışmayı daha çok seviyorsunuz sanki.
Engin Alkan: Bu eğilimim, bilinçli bir tercihten ziyade çeviriye dayalı taklitçi bir tiyatro geleneği içerisinde özgün ve kendi kimliğimi içeren işler yapma isteğinde olmamdan kaynaklanıyor. Bunu söylerken sadece yerli metinler oynayalım gibi bir şey önermiyorum. Ele aldığımız tüm metinleri içinde yaşadığımız coğrafyaya ait kültürel birikimin süzgecinden geçirmemiz gerektiğine inanıyorum. Diğer bir olgu da şu: elimizde yazılmış çok az sayıda yerli klasik var. Dolayısıyla unutulmuş, ele alınmamış ya da geçmişte çok oryantalist bir üslupla değerlendirilmiş bazı metinleri ortaya çıkarmak ve yeniden ele almak; buradan hareketle sahip olduğumuz kimliğe dair sonuçlar çıkarmak bana heyecan veriyor. Tabii bu heyecanı yeni yazılmış bir metin karşısında da yaşayabiliyorum. Ama eski metinleri ele almak, tozlarından arındırmak ve kendimize ait bir tiyatro yaratmak için onlardan yararlanmak da çok önemli bence. Bazen, “bunu biz yapmazsak kim yapacak” sorusu da belirleyici oluyor. “Çürük Temel” de biraz böyle bir proje aslında. Yüz yıldır kimse ele almamış, unutulmuş gitmiş. Bunu görmek bir sorumluluk duygusunu da getiriyor beraberinde. Bu da ısrarcı olmama ve inatla bu projelere sarılmama neden oluyor. Ama tabii, çok kıymetli ve bir o kadar da kırılgan metinler bunlar. Bu metinleri ele alırken kaş yapayım derken göz çıkarma riski de var. O yüzden zamanın süzgecini dikkatle kullanmaya gayret ediyorum.
Son yıllarda ele aldığınız oyunlar nedeniyle izleyicide şöyle bir algı oluşmaya başladı: Engin Alkan yönetimindeki bir oyunda mutlaka dikkate değer bir yorum vardır. Ya metne müdahale edilmiştir, ya ilgi çekici bir oyunculuk ya da tasarım denemesi vardır gibi… Tabii biliyoruz ki siz aslında bir ekip çalışması yürütüyorsuz ve bu denemelere ekibinizin de büyük bir katkısı oluyor. Ama sonuçta yönetmen olarak sizin adınızı gören seyirci, yazar kim olursa olsun onunla hesaplaşmaya girmenizi, bugüne ve bize dair yeni bir şey söylemenizi bekliyor. Bu noktadan yola çıkarak hem kendi pratiğiniz hem de dünyadaki genel durumdan hareketle günümüzde yönetmenin işlevi ve gücü ne olmalı?
Engin Alkan: Ben genellikle gördüğüm kadarıyla “yönetmen tiyatrosu” olarak kategorize edilen bir anlayışın temsilcisi olarak algılanıyorum. Öyle midir, değil midir bu tartışılabilir ama benim üzerimden yürüyen bir tartışmada yanlış anlaşılan bir nokta olduğunu düşünüyorum. Ben metinleri alıp, kesip biçen ve yönetmen sıfatıyla yeni bir materyale dönüştüren birisi değilim. Ben kendimi öyle görmüyorum. İşe başladığımda, çok uzun bir süre metnin içine girmeye ve onun ne anlattığını anlamaya çalışmakla ilgileniyorum. Aslında “müthiş bir sadakatle” metne yaklaştığımı düşünüyorum. Yazarın anlatmaya çalıştığı şeyi anladıktan sonra bunun sahneye nasıl taşınacağı ile ilgilenmeye başlıyorum ve hareket noktam kesinlikle metnin kendisi oluyor. Ancak ben edebiyatı çok sevmekle beraber salt metni iletmenin amaç olduğu edebiyat tiyatrosundan hoşlanmıyorum ve tiyatronun edebiyatın bir kolu olduğu düşüncesinde değilim. Yönetmen ve oyuncuların görevi, birer uygulamacı olarak yazarın kurduğu dünyayı seyirciye ulaştırmaktır. Ama bu onların tali unsurlar olduğunu göstermez, onlar da yaratıcı birer unsurdur. Gösteri denen o büyük dünya metin dahil, diğer tüm unsurların katılımıyla ortaya çıkar. Dolayısıyla metni, edebiyat eseri olarak taşıdığı değeri, bir gösteri olarak da taşıyacak şekilde ele almalıyız. Kısacası bir yönetmen olarak kendimi basit anlamda yazarın mesajını seyirciye iletmek için, sağa git, sola otur gibi komutlar veren birisi olarak görmüyorum. Kendimi de gösteriyi yaratan unsurlardan birisi olarak görüyorum. Sonuçta edebi bir metni hepimiz aynı biçimde okumuyoruz. Bir şiiri okurken bile kendi dünyamız ve hayal gücümüz şiirin anlamını kişisel boyutta çoğaltabiliyor. Dolayısıyla sahnedeki yorum da yönetmenden yönetmene değişecektir. Bu nedenle yorum yönetmenin dünyasını da içine alır, ben bu dünyayı yazarın çizdiği sınırlar içerisinde kurmaya dikkat ediyorum elbette. Örnek olarak “Çürük Temel”i alalım. Bu metinde bizim sahneye taşıdığımız her şey var. Ama başka bir yönetmen bunu fazlasıyla bir ailenin dramı olarak görüp oradan sondajlarsa oradan başka bir yere ulaşacaktır.
Sinem Özlek: Tiyatro söz konusu olduğunda bir yazarın sözünü el sürmeden aynen bu günün sahnesine taşıyacağını iddia etmek teknik olarak imkansız aslında. Geçmişte yazılmış herhangi bir metni, bu günden bir okumayla ele almadığınızda, yazarın kendi döneminde, kültüründe çok canlı olan ve seyirci tarafından hemen alımlanan bir çok kodun kaybolmasına ya da yok sayılmasına neden oluyorsunuz ister istemez. Dolayısıyla özellikle de üzerinden elli yıl, yüz yıl geçmiş bir metnin “yazıldığı gibi sahnelenmesi” diye bir şey söz konusu olamıyor gerçekte. Engin’in de dediği gibi tiyatronun doğuşundan bu yana aslonan performanstır tiyatro için. Metnin, sözcüklerle ifade edilmiş olanın seyirliğe, görsel göstergelere dönüştürülmesi ile oluşuyor tiyatro en temelde ki, bu her defasında, her aşamasıyla seyircinin de içinde bulunduğu bir yeniden yorumlama süreci.
Engin Alkan: Mesela herkesin kafasında klişeleşmiş bir Çehov yorumu var. Bir Çehov atmosferinden söz ediliyor, danteller, tüller, sepya renkler vb. Açıkçası bu nerden gelmiş, nasıl oluşmuş onu da bilmiyorum. Pek çok Çehov oyunu seyrettim, hepsi sanki aynı yönetmenin elinden çıkmış gibiydi. Bana göre bir tiyatro metnine yaklaşırken bir yazarın atmosferinden önce yazarın ne dediği ile ilgilenmeliyiz. Ortaya ne kadar etkileyici bir atmosfer koyarsanız koyun, sahneyi neyle bezerseniz bezeyin sonuçta yazarın ne dediği, ortaya koyduğu sorunsalların ne olduğu anlaşılmamışsa bu iyi bir oyun olmayacaktır. Bunun için de önce yazarın seyirciye ne söylemek istediğini çok iyi anlamak ve onu seyircinizin algısına göre düzenlemeniz gerekecektir. Burada, sosyal ve kültürel kodlamaların, içinde yaşanılan çağın, geleneklerin vb. seyircinizdeki karşılıkları iyi etüt edilmek zorundadır. Bununla uğraşmayan bir yönetmen hiçbir şeyle de uğraşmasın.
NURİ BİLGE CEYLAN UZUN SÜRELER BEKLEYEREK ÜRETEN BİRİSİ, OYSA BEN O KADAR SÜRE BEKLEYEMİYORUM.
Biraz da içinde çalıştığınız kurumla ilişkilerinizi ele alalım. Kurum sizin çıkardığınız işlerden memnun görünüyor. Size duyulan bir güven var gibi hissediyoruz. Dışarıya yansıyan bu. Gerçekten böyle mi? Diğer yandan son yıllarda dışarıdan bir çok grupla da çalıştınız. Bu enerji dağılımını nasıl sağlıyorsunuz?
Engin Alkan: Aslında bu tamamen iştahla ilgili bir konu. Çoğunlukla benim oluşturduğum bir proje için bunun hangi kurumla ya da toplulukla yürüyeceğine projenin kendisi karar veriyor. O proje için hangisi daha idiyse yola onunla devam ediyorum. Zaman zaman da dışarıdan teklifler geliyor, “Huysuz”da olduğu gibi. Örneğin Aysa Prodüksiyon doğrudan bana “böyle bir proje yapabilir misin” diye sorduğunda, ben bunun bir iş olmaktan çıkıp benim için bir yaratı sürecine dönüşüp dönüşmeyeceğinden emin olmak isterim. Örneğin o projede beni cezbeden şuydu: bu coğrafyada neredeyse tüm modern tiyatro geleneği Moliere oyunları üzerinden kuruldu, dolayısıyla bu topraklarda tiyatronun mayasına işlemiş metinler bunlar. Örneğin Şehir Tiyatrosu’nda Suna Pekuysal’ın oynayışında, usta çırak ilişkisi içinde geçmişten devraldığı gelenekte kalıntılarını gördüğümüz bir anlayışın peşinden gitme fikri beni açıkçası çok heyecanlandırdı. Bu bir kez gerçekleştiğinde kurumun hangisi olduğu beni çok ilgilendirmemeye başlıyor. Tabii enerjinizi dengeli kullanmak başlı başına bir sorun. Örneğin benim bu yazı artık durarak geçirmem gerekiyor. Yoksa projeler birbirini kovalamaya başlıyor ve yeniden üretmek için biriktirmek sorun haline gelmeye başlıyor. Üretken biriyim ama bu biraz da insanın yaradılışıyla ilgili bir şey. Bu iyidir ya da kötüdür diye bir şey söyleyemem. Mesela Nuri Bilge Ceylan uzun süreler bekleyerek üreten birisi, oysa ben o kadar uzun süre bekleyemiyorum. Sadece birkaç ay yetip de artıyor bile. Yeni bir fikri hayata geçirme düşüncesi nedeniyle zaman zaman tıknefes kaldığım da oluyor elbette. Ama yeni kurduğum bir hayali sahnede deneme fikri bana çok cazip gelince durmam mümkün olmuyor. Hatta bu tür durumlarda bazen konvansiyonel tiyatronun sınırlarını çok aştığımızı düşünüyorum. Örneğin alternatif olarak nitelenen kimi işlere bakıyorum, ödenekli bir kurum tiyatrosunda olmamıza, ana akımda işler üretme zorunluluğumuza rağmen, göreceli olarak çok daha fazla risk göze alabiliyoruz.
Sanırım şu anda bizim sorunumuz oturmamış bazı kavramlarla diyalog sürdürmeye çalışmamızdan kaynaklanıyor. Örneğin bugün alternatif kavramı daha çok kumpanyanın örgütlenme biçiminin alternatifliğini vurgulamak için kullanılır oldu. Bu bağlamda alternatif bir dil arayışına tekabül edip etmediği ciddi bir tartışma aslında. Bugün izlediğimiz gösteride ise bir kurum tiyatrosu tarafından sahnelenmesine yani kurumun nitelikleri gereği ana akım içinde yer alması beklenmesine rağmen alternatif bir teatral dil arayışı hakim. Bu kavramlar bizde oturmuş değil. Belki de oturmamış olması tiyatro insanlarının yararınadır. Böylece kurumların esnekliklerinden yararlanma olasılıkları yakalamak mümkün oluyor. Peki son soruya geçeyim: Şehir Tiyatroları’nın yüzüncü kuruluş yılı etkinlikleri kapsamında düşünülen somut projeler var mı?
Engin Alkan: Önümüzdeki haftalarda bu konuda geniş bir toplantı düzenlenecek ve projeler konuşulacak. Ben bu oyunu çıkararak bu konudaki katkımı sundum ama bana şiddetle ihtiyaç duyulursa yeni sorumluluklar da alabilirim. Ama benim dileğim, farklı isimlerin farklı projelere aday olduğu bir ortam oluşması. Umarım öyle olur. Sonuçta yüzüncü yıl bir kere kutlanacak, ben çok önem veriyorum. Kurumsal tiyatroların yok edilmeye çalışıldığı bir ortamda bu geleneğe her şeye rağmen sahip çıkmak büyük önem taşıyor. Ben yeni politikaların Cumhuriyet kazanımlarından rövanş almaya yönelik tavrından rahatsızlık duyuyorum. Jakoben, elit, vesayet tabanlı anlayışa ne denli karşıysam, seküler geçmişten intikam almak için onun ürettiği tüm değerlere ayırt etmeden saldıran vandalizmden de rahatsızım. Bu günün tiyatrosunun tüm medeni ülkelerde olduğu gibi desteğe ihtiyacı vardır ancak herhangi vesayete ihtiyacı yoktur. Ne bir asker vesayetine ne de muhafazakar bir vesayete. Şehir Tiyatrosunun da tek vasisi seyirci olmalı ve bizim bu vasfı onlara hatırlatmamız lazım. Böyle bir ortamda Darülbedayi’nin tarihimizdeki ve kültürel hayatımızdaki önemli rolünü kamuoyuna ifade edebilmek için bu yüzüncü yıl etkinliklerinin önemli bir işlevi olacağını düşünüyorum.
Her ikinize de çok teşekkür ediyoruz.
Fırat Güllü / Mimesis Haber
Mimesis Söyleşi / Darülbedayi’nin 100. kuruluş yılı etkinlikleri kapsamında hazırlanan ve 19. İKSV İstanbul Tiyatro Festivali’nden prömiyerini yapan “Çürük Temel” üzerine oyunun yönetmeni Engin Alkan ve dramaturgu Sinem Özlek ile yaptığımız söyleşiyi yayınlıyoruz. (Söyleşi: Fırat Güllü)
DARÜLBEDAYİ’NİN İLK OYUNU ÇÜRÜK TEMEL
İsterseniz önce bu projenin nasıl doğduğunu konuşarak başlayalım. Bu çok özel bir proje ve sonuçta yönetmen olarak bu projeyi aslında siz seçmediniz. 100 yıl önce Darülbedayi’yi kuran kişilerim seçtiği bir metin. Aslında metin gerçekten çok ilginç: Ülke 1. Dünya Savaşı’nın tam ortasında, 1915 yılı yaşanmış, Çanakkale’de, Sarıkamış’ta dünya kadar insan ölmüş, tehcir olmuş ve ciddi bir Ermeni kıyımı yaşanmış vs… Böyle bir ortamda, bugün olsa tüm medya şovenist milliyetçi bir çizgiye kayardı herhalde. Ama Darülbedayi repertuarının ilk oyununa bakıyoruz ve sosyal bir dramaya karşılaşıyoruz. İlginç bir durum aslında.
Engin Alkan: Eğer bu metni seçenlerin kafasında Osmanlı’nın çöküşüne atıfta bulunan bir alegori kurma fikri vardıysa da araştırmalarımızda bu konuda yoruma rastlamadık. Ben metni okuduğumda oyun seçiminde belli bir amaç doğrultusunda hareket edildiği düşüncesine kapıldım. Aslında bir ailenin öyküsü üzerinden anlatılanlar dönemin tarihsel serüvenine çok uygundu. Devlet can çekişiyor, İmparatorluğun bütün unsurları birbirine düşmüş dışarıda ve içeride savaş halinde, Balkanlar’da milliyetçi ayaklanmalar, Mısır’ın kaybedilmesi, Rus cephesinde savaşlar, bugün soykırım diye tartışılan Ermeni meselesi yaşanıyor… Böyle sıcak gündemlerin bir arada yaşandığı bir ortamda, bir ailenin üyelerinin kendi haklarını elde etmek için ailenin diğer üyelerini yıkılışa sürükleyişini anlatan bir oyun tesadüfen seçilmiş olamazdı. Bugün yüz yıl sonra aynı oyunu ele aldığımızda ve bugünün seyircisine ne söyleyebileceğini kendimize sorduğumuzda aslında çok benzer bir sürece tanıklık ettiğimizi gördük. Tabii şaşırtıcı olan bir diğer şey, bu metnin ilk oynanışından sonra yüz yıl boyunca bir okuma tiyatrosu olarak sergilenen bir etkinlik dışında, bir daha hiç gündeme gelmemiş olması. Onca zaman içinde metin tümüyle unutulmuştu sanki.
Peki bu metni yeniden ele alma yolunda kurum mu sizden bir istekte bulundu, yoksa bu sizin fikriniz miydi?
Engin Alkan: Aslında ben oldukça yoğun bir dönemden geçiyordum. İki yeni oyunun provasından yeni çıkmıştım ve kendime zaman tanımak niyetindeydim. Çok fazla üretim odaklı yaşadığımı ve yeni şeyler biriktirmek için zamana ihtiyacım olduğunu düşünüyordum. Ancak durum tabiri caizse trajik bir hal almaya başladı. Kurum 100 yaşına giriyordu ve ortada hiçbir proje konuşulmuyordu. Gidip konuştuğumda bana somut hiçbir proje olmadığı açıkça söylendi. Bir de şöyle bir gerçeklik var, Şehir Tiyatrosu’nda motivasyon son dönemde düşme eğiliminde. İnsanlar özellikle bu yönetmelik değişikliğinden sonra oldukça karamsar bir ruh haline büründüler. Ben de bu durumdan çok rahatsız oldum ve bir proje araştırmasına giriştim. Muhsin Ertuğrul ile ilgili bir şey yapabilir miyim diye düşünmeye başladım. Bazı okumalar yapmaya başladım. O okumalar devam ederken metni okuma şansım oldu. Metin ilgimi çekti; hem oynanan ilk oyun olduğu hem de bugün hala seyirciye söyleyecek bir sözü bulunduğu için oyunu sahneleme teklifini kuruma ben götürdüm. O zaman orijinal metnin yeniden çevrilmesi ya da uyarlanması ya da tümüyle şimdi kullandığımız orijinal adaptasyon üzerinden gidilmesi konusunda net bir kararım yoktu. Kurum projeyi hemen sahiplendi ve destekledi. Çok hızlı bir biçimde gelişti her şey ve birden bire kendimizi festival programında bulduk. Bu nedenle çok sıkışık bir dönemde gerçekleşti çalışmalar. Ama bu metni yeniden sergilemek 100. yıl için yeterli değil, sadece bir oyundan ibaret olmamalı. Daha çok fazla proje geliştirilebilir. Umuyorum yapılacaktır.
ÖNCE OYUNCUNUN KENDİSİNİN İKNA OLMASI GEREKİR
Dramaturji çalışmasını yürütürken orijinal metne bakma şansınız oldu mu? Uyarlama konusundaki görüşünüz nedir?
Sinem Özlek: Genel anlamda iyi bir adaptasyon olduğu söylenebilir. Mekanın İzmir’e taşınması, isimlerin yerelleştirilmesi ve fabrikanın halı fabrikasına dönüştürülmesi dışında karakterler ve durumlar küçük değişikliklerle, aslına sadık biçimde aktarılmış. Bu arada boşanma, o dönem açısından bizim toplum yapımıza “uygun düşmeyen” bir durum olarak görülmesinden olsa gerek, uyarlamada daha fazla vurgu almış ve bir mesele haline getirilmiş.
Oyun orijinal metne büyük oranda bağlı kalınarak hazırlanmıştı. Grubun yorumu, metne yapılan müdahalelerle değil diğer sahnelenme araçlarıyla açığa çıkarılmıştı. Ben tüm oyunlarınızı izlemedim ama izlediğim oyunlarınız içerisinde çevre tasarımının en az metin kadar önemli olduğu bir prodüksiyonla karşı karşıya kaldık.
Engin Alkan: Oyun bir melodram formunda yazılmış. İlk ele aldığımızda hantal bir yapısı olduğu dikkatimizi çekti. Ben metni çağdaş bir tragedya formuna dönüştürme eğilimindeydim. Bu sayede günümüzle daha iyi buluşabileceğini düşünüyordum. Bu fikir ışığında metinde bahsi geçen İzmir’deki halı fabrikası dağınık durumdaki pek çok imgeyi toparlayan somut bir başlangıç oldu tasarım için. Tragedya yapısına sadık kalarak trajik sonu baştan gösterip süreci sergileme düşüncesindeydik. Yıkılmış, parçalanmış, toprağa karışmış bir fabrika imgesinin başlangıç için ideal bir tasarım oluşturacağını düşündük. Seyircinin oyunu bu yıkımın nasıl oluştuğunu öğrenme motivasyonu ile izlemesini istedik. Bu tasarım bizim estetik tercihlerimizi belirledi. Bu aşamadan sonra sahneye çıkan tüm karakterler bu yıkıntı içinde devinen ve onun altında kalmış figürler olarak belirdiler sahnede. Zaman kavramı, benzetmeciliğin sınırları vs… gibi konular tümüyle bu tasarım etrafında yanıt buldu. Dolayısıyla tespitinizde haklısınız. Tasarımı oluşturmak neredeyse metni çözümlemekle eş zamanlı ilerledi.
Yorumunuzu ortaya koymanızı sağlayan diğer bir unsur oyunculuktu. Zaman zaman çok ekspresyonist bir tarz hüküm sürdü, zaman zaman grotesk bir üslup hakim oldu sahneye, zaman zaman da sadelik devreye girdi. Yani kısacası eklektik bir üslup söz konusuydu. Bir üsluplar sentezi… Burada üsluplar arasındaki çatışmanın, dağılmakta olan ailenin çatışma noktalarını açığa çıkaracak biçimde tasarlandığı izlenimini edindik.
Engin Alkan: Öncelikle yazarın bazı karakterleri öne çıkaran, diğerlerini tali kılan bir dünyası vardı. Bizim niyetimiz tüm karakterlerin eşit derecede vurgu almasını ve haklı-haksız paradoksunda, seyircinin gözünde eşit ağırlıkta olmasını sağlamaktı. Bu yüzden yan karakterleri geliştirerek ana karakterlerle eşit düzeye getirmek için çalıştık. Oyunculardan çalışma esnasında rolleriyle mesafeli bir ilişki kurmalarını, rollerini hemen benimsememelerini, onlara yaklaşırken onayladıkları ve onaylamadıkları yönleri üzerinde düşünmelerini istedim. Bu birinci adımdı. Örneğin Pervin’in, bu kadar derin travmalar yaşayan bir kadın karakterin kıyafetiyle, jestleriyle, konuşma biçimiyle de farklı olması gerektiğini düşündük. Çok yönlü sorgulamalarla tüm karakterler oluşturuldu ve çatışmanın taraflarını oluşturan taraflar tek tek birbirinden uzaklaştı. Ferit’in Şark’tan gelen bir figür oluşu ve onun elitistlere ait bir dünyanın bir parçası olmayışı, onun konuşmasını, giyinişini, sahnedeki zamanı kullanışını belirlemeliydi. Sahnede gayet stilize ve metaforik bir dünya yaratma isteğindeydik. Bu yüzden bu dünya içerisinde gündelik hayatın dilinden, gündelik hayatın bildik hallerinden uzaklaşmamız gerekiyordu. Anı yaşamaktan ziyade, oyuncuların bir anımsama metaforunu işaret edecek biçimde suskunluk anları üzerine çalıştık. Bu imgeleri sahne üzerine oyunculuk yoluyla taşımak hiç kolay olmadı. Uzun çalışmalar sonrasında sanıyorum bir üslup birliği oluştu, gündelik hayatın dışında irreel düzlem yakalanabildi. Bir diğer amacımız, küçük kıvılcımları yangına dönüştürerek bir tragedya dokusu oluşturabilmekti. Tabii böyle bir çalışmada öncelikle oyuncunun kendisinin ikna olması gerekiyor. Sonuçta seyircinin oyunu izlerken, aslında bunun oyuncuların sergilediği bir oyun olduğunun da farkında olarak seyretmesinin oyuncuların kurduğu üslup bütünlüğünün sonucu olduğunu düşünüyorum.
OYUNDAKİ ANNE EN GENEL PAYDAMIZ
Oyunu yıkılmış fabrika imgesiyle açmak sosyo-ekonomi vurgulu bir dramaturjinin güç kazanmasına yol açıyor. Sözünü ettiğiniz gibi bu tasarım içerisinde hareket eden figürler arasındaki ilişkileri asla sadece sosyal ilişkiler olarak göremiyoruz. Bu bağlamda bende bir izleyici olarak oyunun bıraktığı imge oldukça anti-kapitalist bir yön barındırıyordu. Bütün o aile dramını nedenselleştirirken kişilerin zaaflarından ziyade bir sistemin zaaflarını önplana çıkaran bir yorum ortaya çıkıyordu.
Engin Alkan: Karakterlerimiz soylu kişiler değiller, para karşılığında prestij kazanmış kişiler. Korumaya çalıştıkları da bu prestij. Aynı zamanda tüm çatışmaların temelinde de yaşama arzusunun bedenleştiği iktidar sahibi olma itkisi yatıyor. Bizim cumhuriyet tarihimizde de statükonun el değiştirmesi, yıllar yılı dışlanmış, sistemin dışına itilmiş unsurların statükoyu ele geçirmesi hikayesi söz konusudur. Bu gün dilimizde “Anadolu Kaplanları” gibi terimler var. Dolayısıyla yaşanan tüm acılar ne olursa olsun sermaye ile bağlantılı bir biçime geliyor. Kim neyi, niçin, ne yolla ele geçirmeye çalışıyor? Bizim sahnede göstermeyi amaçladığımız şey bu. En temel mücadele amacı fabrikaya sahip olmak. Onun getirdiği paraya, prestije, güce sahip olmak. Ekonomik itkilerle insan hayatları birbirlerine çarpıp çarpıp parçalanıyor.
Sinem, bu öyküde tiyatroda çok sık karşımıza çıkan anneler ve çocuklar imgesi çıkıyor. Bu tema üzerinden baktığında metni nasıl değerlendiriyorsun?
Sinem Özlek: Evet üst katmandaki öyküye baktığınızda parçalanmış bir ailenin dramı söz konusu. Herkesin kendi açısından haklı olduğu gerekçelerle, kopmalar, ayrılmalar yaşanmış ya da sadece görüntüde bir arada bir hayat sürdürülmüş. Ama biraz daha odaklanıp aile üyelerinin sosyal ve sınıfsal özelliklerine yoğunlaştığınızda sadece bir aile hikayesi olmaktan çıkıyor, çok daha genel bir “bir arada yaşama” deneyiminin hikayesine dönüşebiliyor bu. Anne figürü örneğin, bir yandan seyircinin kolaylıkla empati kuracağı, acısını anlamaya hazır olduğu bir karakter aynı zamanda, üretim mekanizmasının karar yetkisine asıl sahip olan kişi. Bütün aile üyelerine eşit mesafede durmaya çalışan ancak dağılmaya engel olmak için işlevsel çözümler üretemeyen kişi. Eksende ise bir fabrika var. Tüm tarafların miras hukuku gereği hak sahibi olduğu fabrikanın tekrar nasıl çalışmaya başlayacağıyla kimse pek ilgilenmiyor aslında, sahibi olmak için mücadele veriyor. Ve hakkı olana sahip çıkmak için bir diğerinin hakkının yenmesine göz yuman aile bireyleri her defasında trajik bir çıkışsızlıkla karşılaşıyorlar.
Ama finalde anne ayıyor ve artık oyunun sonunu değiştiremeyeceğini bilmemize rağmen bize sesleniyor, son sözleri bize söylüyor.
Engin Alkan: Oyunda anne oldukça pasif bir öğe. Can veren, doğuran, kamuoyunu düşünürsek seçmen gibi oy veren ama olayların akışı karşısında iradesini kullanamayan bir figür. Evet acıyı tüm benliğinde hissediyor ama olayların akışına müdahale edemiyor, etmiyor. Sonunda bir seçim yapmak zorunda kaldığında da yaptığı seçim pek bir işe yaramıyor. Elindeki avucundakini dağıtıp bir nevi intihar noktasına geliyor. Bütün duyarlılıkları kendi bünyesinde barındıran, ancak tümüyle pasifize olmuş, karşıt uçların her birine aynı mesafede duran ama bir türlü harekete geçemeyen, söz sahibi olmaktan kaçınan bir figür. Oyunda anne en genel paydamız olarak resmedilmeye çalışıldı.
EDEBİYAT TİYATROSUNDAN HOŞLANMIYORUM.
İzlediğimiz oyunda da açıkça ortaya koyuldu ki böyle bir annenin tüm çocuklarını aynı anda mutlu etmesi imkansız. Büyük bir açmaz içinde aslında. Tasarımı kullanarak altını çizdiğiniz bir durumdu bu. Münire karakteri yüksek bir platform içerisinde herkesin tepesinde yer alıyordu. Herkesin mutluluğu için uğraştığı, fedakarlıkta bulunduğu bir figürdü. İçinde yaşamakta olduğumuz sisteme dönük en önemli eleştirilerden birisi bu belki de: büyük bir çoğunluk küçük bir azınlığın mutluluğu için yaşıyor. Yüz yıl önce yazılmış bir oyun ama çok güncel meseleleri tartışıyor. Aslında bu sizin diğer oyunlarınızda da sık sık karşımız çıkan bir unsur. 19. ya da 20. yüzyıla ait bir metni alıp, 21. yüzyılı onlar üzerinden tartışmayı daha çok seviyorsunuz sanki.
Engin Alkan: Bu eğilimim, bilinçli bir tercihten ziyade çeviriye dayalı taklitçi bir tiyatro geleneği içerisinde özgün ve kendi kimliğimi içeren işler yapma isteğinde olmamdan kaynaklanıyor. Bunu söylerken sadece yerli metinler oynayalım gibi bir şey önermiyorum. Ele aldığımız tüm metinleri içinde yaşadığımız coğrafyaya ait kültürel birikimin süzgecinden geçirmemiz gerektiğine inanıyorum. Diğer bir olgu da şu: elimizde yazılmış çok az sayıda yerli klasik var. Dolayısıyla unutulmuş, ele alınmamış ya da geçmişte çok oryantalist bir üslupla değerlendirilmiş bazı metinleri ortaya çıkarmak ve yeniden ele almak; buradan hareketle sahip olduğumuz kimliğe dair sonuçlar çıkarmak bana heyecan veriyor. Tabii bu heyecanı yeni yazılmış bir metin karşısında da yaşayabiliyorum. Ama eski metinleri ele almak, tozlarından arındırmak ve kendimize ait bir tiyatro yaratmak için onlardan yararlanmak da çok önemli bence. Bazen, “bunu biz yapmazsak kim yapacak” sorusu da belirleyici oluyor. “Çürük Temel” de biraz böyle bir proje aslında. Yüz yıldır kimse ele almamış, unutulmuş gitmiş. Bunu görmek bir sorumluluk duygusunu da getiriyor beraberinde. Bu da ısrarcı olmama ve inatla bu projelere sarılmama neden oluyor. Ama tabii, çok kıymetli ve bir o kadar da kırılgan metinler bunlar. Bu metinleri ele alırken kaş yapayım derken göz çıkarma riski de var. O yüzden zamanın süzgecini dikkatle kullanmaya gayret ediyorum.
Son yıllarda ele aldığınız oyunlar nedeniyle izleyicide şöyle bir algı oluşmaya başladı: Engin Alkan yönetimindeki bir oyunda mutlaka dikkate değer bir yorum vardır. Ya metne müdahale edilmiştir, ya ilgi çekici bir oyunculuk ya da tasarım denemesi vardır gibi… Tabii biliyoruz ki siz aslında bir ekip çalışması yürütüyorsuz ve bu denemelere ekibinizin de büyük bir katkısı oluyor. Ama sonuçta yönetmen olarak sizin adınızı gören seyirci, yazar kim olursa olsun onunla hesaplaşmaya girmenizi, bugüne ve bize dair yeni bir şey söylemenizi bekliyor. Bu noktadan yola çıkarak hem kendi pratiğiniz hem de dünyadaki genel durumdan hareketle günümüzde yönetmenin işlevi ve gücü ne olmalı?
Engin Alkan: Ben genellikle gördüğüm kadarıyla “yönetmen tiyatrosu” olarak kategorize edilen bir anlayışın temsilcisi olarak algılanıyorum. Öyle midir, değil midir bu tartışılabilir ama benim üzerimden yürüyen bir tartışmada yanlış anlaşılan bir nokta olduğunu düşünüyorum. Ben metinleri alıp, kesip biçen ve yönetmen sıfatıyla yeni bir materyale dönüştüren birisi değilim. Ben kendimi öyle görmüyorum. İşe başladığımda, çok uzun bir süre metnin içine girmeye ve onun ne anlattığını anlamaya çalışmakla ilgileniyorum. Aslında “müthiş bir sadakatle” metne yaklaştığımı düşünüyorum. Yazarın anlatmaya çalıştığı şeyi anladıktan sonra bunun sahneye nasıl taşınacağı ile ilgilenmeye başlıyorum ve hareket noktam kesinlikle metnin kendisi oluyor. Ancak ben edebiyatı çok sevmekle beraber salt metni iletmenin amaç olduğu edebiyat tiyatrosundan hoşlanmıyorum ve tiyatronun edebiyatın bir kolu olduğu düşüncesinde değilim. Yönetmen ve oyuncuların görevi, birer uygulamacı olarak yazarın kurduğu dünyayı seyirciye ulaştırmaktır. Ama bu onların tali unsurlar olduğunu göstermez, onlar da yaratıcı birer unsurdur. Gösteri denen o büyük dünya metin dahil, diğer tüm unsurların katılımıyla ortaya çıkar. Dolayısıyla metni, edebiyat eseri olarak taşıdığı değeri, bir gösteri olarak da taşıyacak şekilde ele almalıyız. Kısacası bir yönetmen olarak kendimi basit anlamda yazarın mesajını seyirciye iletmek için, sağa git, sola otur gibi komutlar veren birisi olarak görmüyorum. Kendimi de gösteriyi yaratan unsurlardan birisi olarak görüyorum. Sonuçta edebi bir metni hepimiz aynı biçimde okumuyoruz. Bir şiiri okurken bile kendi dünyamız ve hayal gücümüz şiirin anlamını kişisel boyutta çoğaltabiliyor. Dolayısıyla sahnedeki yorum da yönetmenden yönetmene değişecektir. Bu nedenle yorum yönetmenin dünyasını da içine alır, ben bu dünyayı yazarın çizdiği sınırlar içerisinde kurmaya dikkat ediyorum elbette. Örnek olarak “Çürük Temel”i alalım. Bu metinde bizim sahneye taşıdığımız her şey var. Ama başka bir yönetmen bunu fazlasıyla bir ailenin dramı olarak görüp oradan sondajlarsa oradan başka bir yere ulaşacaktır.
Sinem Özlek: Tiyatro söz konusu olduğunda bir yazarın sözünü el sürmeden aynen bu günün sahnesine taşıyacağını iddia etmek teknik olarak imkansız aslında. Geçmişte yazılmış herhangi bir metni, bu günden bir okumayla ele almadığınızda, yazarın kendi döneminde, kültüründe çok canlı olan ve seyirci tarafından hemen alımlanan bir çok kodun kaybolmasına ya da yok sayılmasına neden oluyorsunuz ister istemez. Dolayısıyla özellikle de üzerinden elli yıl, yüz yıl geçmiş bir metnin “yazıldığı gibi sahnelenmesi” diye bir şey söz konusu olamıyor gerçekte. Engin’in de dediği gibi tiyatronun doğuşundan bu yana aslonan performanstır tiyatro için. Metnin, sözcüklerle ifade edilmiş olanın seyirliğe, görsel göstergelere dönüştürülmesi ile oluşuyor tiyatro en temelde ki, bu her defasında, her aşamasıyla seyircinin de içinde bulunduğu bir yeniden yorumlama süreci.
Engin Alkan: Mesela herkesin kafasında klişeleşmiş bir Çehov yorumu var. Bir Çehov atmosferinden söz ediliyor, danteller, tüller, sepya renkler vb. Açıkçası bu nerden gelmiş, nasıl oluşmuş onu da bilmiyorum. Pek çok Çehov oyunu seyrettim, hepsi sanki aynı yönetmenin elinden çıkmış gibiydi. Bana göre bir tiyatro metnine yaklaşırken bir yazarın atmosferinden önce yazarın ne dediği ile ilgilenmeliyiz. Ortaya ne kadar etkileyici bir atmosfer koyarsanız koyun, sahneyi neyle bezerseniz bezeyin sonuçta yazarın ne dediği, ortaya koyduğu sorunsalların ne olduğu anlaşılmamışsa bu iyi bir oyun olmayacaktır. Bunun için de önce yazarın seyirciye ne söylemek istediğini çok iyi anlamak ve onu seyircinizin algısına göre düzenlemeniz gerekecektir. Burada, sosyal ve kültürel kodlamaların, içinde yaşanılan çağın, geleneklerin vb. seyircinizdeki karşılıkları iyi etüt edilmek zorundadır. Bununla uğraşmayan bir yönetmen hiçbir şeyle de uğraşmasın.
NURİ BİLGE CEYLAN UZUN SÜRELER BEKLEYEREK ÜRETEN BİRİSİ, OYSA BEN O KADAR SÜRE BEKLEYEMİYORUM.
Biraz da içinde çalıştığınız kurumla ilişkilerinizi ele alalım. Kurum sizin çıkardığınız işlerden memnun görünüyor. Size duyulan bir güven var gibi hissediyoruz. Dışarıya yansıyan bu. Gerçekten böyle mi? Diğer yandan son yıllarda dışarıdan bir çok grupla da çalıştınız. Bu enerji dağılımını nasıl sağlıyorsunuz?
Engin Alkan: Aslında bu tamamen iştahla ilgili bir konu. Çoğunlukla benim oluşturduğum bir proje için bunun hangi kurumla ya da toplulukla yürüyeceğine projenin kendisi karar veriyor. O proje için hangisi daha idiyse yola onunla devam ediyorum. Zaman zaman da dışarıdan teklifler geliyor, “Huysuz”da olduğu gibi. Örneğin Aysa Prodüksiyon doğrudan bana “böyle bir proje yapabilir misin” diye sorduğunda, ben bunun bir iş olmaktan çıkıp benim için bir yaratı sürecine dönüşüp dönüşmeyeceğinden emin olmak isterim. Örneğin o projede beni cezbeden şuydu: bu coğrafyada neredeyse tüm modern tiyatro geleneği Moliere oyunları üzerinden kuruldu, dolayısıyla bu topraklarda tiyatronun mayasına işlemiş metinler bunlar. Örneğin Şehir Tiyatrosu’nda Suna Pekuysal’ın oynayışında, usta çırak ilişkisi içinde geçmişten devraldığı gelenekte kalıntılarını gördüğümüz bir anlayışın peşinden gitme fikri beni açıkçası çok heyecanlandırdı. Bu bir kez gerçekleştiğinde kurumun hangisi olduğu beni çok ilgilendirmemeye başlıyor. Tabii enerjinizi dengeli kullanmak başlı başına bir sorun. Örneğin benim bu yazı artık durarak geçirmem gerekiyor. Yoksa projeler birbirini kovalamaya başlıyor ve yeniden üretmek için biriktirmek sorun haline gelmeye başlıyor. Üretken biriyim ama bu biraz da insanın yaradılışıyla ilgili bir şey. Bu iyidir ya da kötüdür diye bir şey söyleyemem. Mesela Nuri Bilge Ceylan uzun süreler bekleyerek üreten birisi, oysa ben o kadar uzun süre bekleyemiyorum. Sadece birkaç ay yetip de artıyor bile. Yeni bir fikri hayata geçirme düşüncesi nedeniyle zaman zaman tıknefes kaldığım da oluyor elbette. Ama yeni kurduğum bir hayali sahnede deneme fikri bana çok cazip gelince durmam mümkün olmuyor. Hatta bu tür durumlarda bazen konvansiyonel tiyatronun sınırlarını çok aştığımızı düşünüyorum. Örneğin alternatif olarak nitelenen kimi işlere bakıyorum, ödenekli bir kurum tiyatrosunda olmamıza, ana akımda işler üretme zorunluluğumuza rağmen, göreceli olarak çok daha fazla risk göze alabiliyoruz.
Sanırım şu anda bizim sorunumuz oturmamış bazı kavramlarla diyalog sürdürmeye çalışmamızdan kaynaklanıyor. Örneğin bugün alternatif kavramı daha çok kumpanyanın örgütlenme biçiminin alternatifliğini vurgulamak için kullanılır oldu. Bu bağlamda alternatif bir dil arayışına tekabül edip etmediği ciddi bir tartışma aslında. Bugün izlediğimiz gösteride ise bir kurum tiyatrosu tarafından sahnelenmesine yani kurumun nitelikleri gereği ana akım içinde yer alması beklenmesine rağmen alternatif bir teatral dil arayışı hakim. Bu kavramlar bizde oturmuş değil. Belki de oturmamış olması tiyatro insanlarının yararınadır. Böylece kurumların esnekliklerinden yararlanma olasılıkları yakalamak mümkün oluyor. Peki son soruya geçeyim: Şehir Tiyatroları’nın yüzüncü kuruluş yılı etkinlikleri kapsamında düşünülen somut projeler var mı?
Engin Alkan: Önümüzdeki haftalarda bu konuda geniş bir toplantı düzenlenecek ve projeler konuşulacak. Ben bu oyunu çıkararak bu konudaki katkımı sundum ama bana şiddetle ihtiyaç duyulursa yeni sorumluluklar da alabilirim. Ama benim dileğim, farklı isimlerin farklı projelere aday olduğu bir ortam oluşması. Umarım öyle olur. Sonuçta yüzüncü yıl bir kere kutlanacak, ben çok önem veriyorum. Kurumsal tiyatroların yok edilmeye çalışıldığı bir ortamda bu geleneğe her şeye rağmen sahip çıkmak büyük önem taşıyor. Ben yeni politikaların Cumhuriyet kazanımlarından rövanş almaya yönelik tavrından rahatsızlık duyuyorum. Jakoben, elit, vesayet tabanlı anlayışa ne denli karşıysam, seküler geçmişten intikam almak için onun ürettiği tüm değerlere ayırt etmeden saldıran vandalizmden de rahatsızım. Bu günün tiyatrosunun tüm medeni ülkelerde olduğu gibi desteğe ihtiyacı vardır ancak herhangi vesayete ihtiyacı yoktur. Ne bir asker vesayetine ne de muhafazakar bir vesayete. Şehir Tiyatrosunun da tek vasisi seyirci olmalı ve bizim bu vasfı onlara hatırlatmamız lazım. Böyle bir ortamda Darülbedayi’nin tarihimizdeki ve kültürel hayatımızdaki önemli rolünü kamuoyuna ifade edebilmek için bu yüzüncü yıl etkinliklerinin önemli bir işlevi olacağını düşünüyorum.
Her ikinize de çok teşekkür ediyoruz.
Fırat Güllü / Mimesis Haber
ROZA FELEKYAN'dan OYA PALAY'a MÜNİRE
28th May, Pinar Cekirge tarafından yayınlandı
Oya Palay,Engin Alkan'ın kusursuz rejisiyle unutulmaz rollerinden birini daha sergiliyor " Çürük Temel" de
"Çürük Temel" Emile Fabre'nin " La Maison D'argile " adlı eserinden Hüseyin Suat Yalçın tarafından uyarlanmış ve tam yüzyıl önce,yani 1914 yılında Darülbedai'nin ilk oyunu olarak sahnelenmiş..
Ve bir asır sonra yeniden izleyiciyle buluştuğunda, oyunun bütün başarısı, sahnedeki gözle görülür uyum ve üstün oyunculuk performansları ve belirttiğim gibi kusursuz rejiye bağlı.
Oyunun hiç kuşkusuz eksen kişisi Münire karakterinde, Oya Palay nice zaman sonra bile unutulmayacak yorumuyla yaşar kıldığı karakteri herşeyiyle var ediyor,en küçük ayrıntılarına dek sahneye taşıyor..duygusal sarsıntılarını,çöküşünü,kararsızlıklarını.Korku ve kaygılarını..çaresizliğini.Kısaca ustalık mertebesindeki oyunuyla izleyiciyi adeta büyülüyor.Dahası, Palay
duygusunu,coşkusunu bir an olsun kaybetmeden,performans açısından asla inişe geçmeden baştan sona aynı başarıyla götürüyor oyunu.Her susuşun,her tonlamanın,her bakışın hakkını vererek.En ufak bir abartıya,ucuzluğa sığınmayan ölçülü bir oyunculuk bu dediğim.Duru..sahici.Tempo bir an dahi düşmüyor.
Oya Palay'ın sahne üstündeki olgunluk döneminin en başarılı kompozisyonlarından biri Münire.Tıpkı Helene,Ayşe Sultan,İzzet Hanım gibi.
Bu başarı asla tesadüfe,şansa,zamanlamaya bağlı değil.Bu başarının altında genetik faktörler var,seziş,teknik,içgüdü,uçsuz bucaksız duyarlılıklarla alaşımlanmış,kendini zaman içinde aşmış bir oyunculuk var." Perşembenin Hanımları", "Alemdar", "Arka Bahçe", "Düşüş", " Bernarda Alba'nın Evi"nde ustalığını,özgünlüğünü kanıtlamış virtüöz bir sanatçının bedeni,soluğu,sesiyle sağladığı aura,sahne esintisi var.
Roza Felekyan'dan Oya Palay'a "Münire"...
28th May, Pinar Cekirge tarafından yayınlandı
Oya Palay,Engin Alkan'ın kusursuz rejisiyle unutulmaz rollerinden birini daha sergiliyor " Çürük Temel" de
"Çürük Temel" Emile Fabre'nin " La Maison D'argile " adlı eserinden Hüseyin Suat Yalçın tarafından uyarlanmış ve tam yüzyıl önce,yani 1914 yılında Darülbedai'nin ilk oyunu olarak sahnelenmiş..
Ve bir asır sonra yeniden izleyiciyle buluştuğunda, oyunun bütün başarısı, sahnedeki gözle görülür uyum ve üstün oyunculuk performansları ve belirttiğim gibi kusursuz rejiye bağlı.
Oyunun hiç kuşkusuz eksen kişisi Münire karakterinde, Oya Palay nice zaman sonra bile unutulmayacak yorumuyla yaşar kıldığı karakteri herşeyiyle var ediyor,en küçük ayrıntılarına dek sahneye taşıyor..duygusal sarsıntılarını,çöküşünü,kararsızlıklarını.Korku ve kaygılarını..çaresizliğini.Kısaca ustalık mertebesindeki oyunuyla izleyiciyi adeta büyülüyor.Dahası, Palay
duygusunu,coşkusunu bir an olsun kaybetmeden,performans açısından asla inişe geçmeden baştan sona aynı başarıyla götürüyor oyunu.Her susuşun,her tonlamanın,her bakışın hakkını vererek.En ufak bir abartıya,ucuzluğa sığınmayan ölçülü bir oyunculuk bu dediğim.Duru..sahici.Tempo bir an dahi düşmüyor.
Oya Palay'ın sahne üstündeki olgunluk döneminin en başarılı kompozisyonlarından biri Münire.Tıpkı Helene,Ayşe Sultan,İzzet Hanım gibi.
Bu başarı asla tesadüfe,şansa,zamanlamaya bağlı değil.Bu başarının altında genetik faktörler var,seziş,teknik,içgüdü,uçsuz bucaksız duyarlılıklarla alaşımlanmış,kendini zaman içinde aşmış bir oyunculuk var." Perşembenin Hanımları", "Alemdar", "Arka Bahçe", "Düşüş", " Bernarda Alba'nın Evi"nde ustalığını,özgünlüğünü kanıtlamış virtüöz bir sanatçının bedeni,soluğu,sesiyle sağladığı aura,sahne esintisi var.
Roza Felekyan'dan Oya Palay'a "Münire"...