TEPEBAŞI DRAM TİYATROSU
Hakan Alkan
Kaynak:http://www.mimarun.blogspot.com.tr/2010/01/tepebas-dram-tiyatrosu.html
Hayatımda ilk kez bir binanın yok edilişine ağlayışımın çok sonrasında, 90’lı yılların başına denk gelir Tepebaşı Dram Tiyatrosu / bir dramın revüsü ile tanışmam.
Meğer, Darülbedayi’den Şehir Tiyatrosu’na, “Çürük Temel”den “Sonbahar Fırtınası”na, Guatelli Paşa’dan Rıdvan Paşa’ya, Joseph Baudouy’dan Gugliemo Semprini’ye, Muhsin Ertuğrul’dan Eliza Binemeciyan’a, Leyla Gencer’den Guiseppe Savio’ya, Celal Bayar’dan Adnan Menderes’e, bu kadar ayrı dünyalardan gelerek aynı toprak parçası üzerinde yolları kesişen sayısız müşahidin ruhları huzurunda, huzursuz ruhlarıyla birlikte; yaptığım işe önem vererek / önemli bir iş yaptığıma inanarak, yatay, dikey, köşe bucak tavaf ettiğim bu heyulanın Belediye ile yazışmalarını yürütürken, bir tapu belgesinde rastlamıştım ona:
“dükkan, sinema, tiyatro ve barlı Tepebaşı Millet Bahçesi vasfında taşınmaz…”
…
1986 baharında, Fatih’in İstanbul’u fethedişinin 533’üncü yıldönümünde, Taksim Meydanı’nda ağladığımdan daha çok öylece durduğuma / kımıldayamadığıma, yapılması gereken şeyi bulamadığıma, bir şey bulup da yapamadığıma utanıyordum.
O bahar, Mayıs’ın 29’unda, 12 Eylül’ün altıncı yılında, Payitaht’ın Şehremini, şehrin emanet edildiği mavi gözlü Başkan, Tarlabaşı’nın böğrünü bir hançerle yardı. O gün ve sonraki iki yılda, Taksim’den Şişhane’ye 167’si tescilli 368 binayı yıktı, yok etti.
Kocası Amerika’ya giderken “döneceğim” dediğinden ölene dek onu bekleyen Emine Teyze’nin iki çocuğuyla anca kiralayabildiği üçüncü katındaki iki odasından büyükçe olanın cumbasına yerleştirilmiş küçük karyolanın üzerine çıkarak penceresinden caddeyi baştan sona gözlediğimiz ve boynuzlu otobüsleri saydığımız, girişine yerleştirdiği tezgahında Mahmut Dayı’nın çerçilik yaparak sekiz çocuğunu geçindirdiği, merdivenlerinde Şefik ve Cem’le gizlice Dayı’nın sattığı tahta oyuncaklarla bir de Amerika’daki babadan gelen kurmalı teneke arabalarla oynadığımız, ön cephesi taştan, duvarları tuğladan, katları volta döşemeli o bina da, bu kıyımla Tarlabaşı’nın sokaklarından kazındı, çocukluğumun giderek silikleşen anıları arasında kaldı.
19. yüzyılda, batılı anlamda ilk şehircilik uygulamalarının gerçekleştirildiği, caddeleri, meydanları, otelleri, tiyatrolarıyla “Yeni Şehir” (Nouvelle Ville) projesinin uygulandığı, Cumhuriyet’ten sonra çoğunluk Rumlar’ın, Ermeniler’in ve Levantenler’in yerleştiği, Tarlabaşı’nın büyülü dokusunda, 1942’deki Varlık Vergisi'yle pek çok bina sahipleri tarafından elden çıkarılmış, kalanlar 1955’teki 6 – 7 Eylül Olayları’nda hızla el değiştirmiş ya da sahipsiz kalmıştı.
Bu yaşananlar, Tarlabaşı’nın fiziksel çöküşünün ardındaki toplumsal sebeplerin bir kısmı olarak tarihteki yolunu ararken; mavi gözlü Başkan’ın katliamı, Tarlabaşı’nın asıl fiziksel değişimine yol açan ‘Vahşi Proje’ bu yolun mihenk taşı olarak payidar kalacaktı.
…
Savaş tüm acımasızlığıyla sürerken, 1940 yılında, hem Lordlar Kamarası hem de Avam Kamarası, bombalanma riskine karşı, Westminster’daki Kilise Binası'nda toplanmaya başlamışlardı.
Westminster Sarayı, savaş boyunca hava saldırılarında 14 kez bombalanmıştı. Bunlardan en kötüsü, 1941’in 10 Mayıs gecesi Avam kamarası ve Westminster Salonu'nun isabet aldığı saldırıydı. Atılan yangın bombalarıyla, her iki binayı da saran alevler bir anda ortalığı cehenneme çevirdi.
Yangından iki binanın da kurtarılmasının mümkün olmadığı ve bir seçim yapmak gerektiği söylendiğinde, Kabine Bakanı Walter Eliot’un duraksamadan verdiği kararla (ve bizzat katıldığı söndürme çalışmasında), Saray'ın 11. yüzyıldan bugüne ayakta kalan en eski bölümü olan Westminster Salonu kurtarılmış, bu arada Avam Kamarası tamamen yanarak taş yığınına dönmüştü.
Ancak bu yok oluş kısa sürecek, RIBA başkanlığı da yapmış olan ünlü Mimar Sir Giles Gilbert Scott 1944’te Avam Kamarası'nı yeniden inşa etmekle görevlendirilecekti. Bir yandan yok olanı inşa etmesi istenirken, öte yandan kalanla kuşatılmış olan Scott, yeni binanın eskiye münasip / eskiyle mutabık olması gerektiğini, başka herhangi bir şeyin Westminster Sarayı’ın gotik stiliyle çatışmaya gireceğini düşünüyordu.
Winston Churchill, Scott’un görüşünü destekleyecek, 28 Ekim 1944’te Avam Kamarası'nda yaptığı konuşmasında “Yapılarımızı biz biçimlendiririz, ardından yapılarımız bizi biçimlendirir.” diyecekti.
Scott’un yeniden inşa ettiği Avam Kamarası 1950’de açıldığında, o dönemde Parlamento'nun üye sayısı 615 olmasına rağmen, bina, yangından önce 427 olan orijinal sandalye sayısına kadar, olduğu gibi korunmuştu.
…
1989’da Kurum'a girer girmez kucağımda bulmuştum Tepebaşı projesini. Tepebaşı projesi dediğim, Tepebaşı Tiyatrosu’nun geçmişi silen / kalanı ezen bir drama yansıması, imparatorlukların imbiğinden süzülmüş bu şehirle kurabildiğimiz ilişkinin yok hükmündeki heyulası, Haliç’e karşı uzandığı teneşirde çoktan unutulmuş, “dükkan, sinema, tiyatro ve barlı Tepebaşı Millet Bahçesi vasfında taşınmaz”ın bir parçası, “Tepebaşı Tv Prodüksiyon Merkezi Projesi” idi.
1870’lerde bir arsa veriliyor Guatelli Paşa’ya, tiyatro binası yapsın, işletsin diye. Osmanlı’nın zor durumda olduğu, borçlarını ödeyemez hale düşerek Muharrem Kararnamesi ile moratoryum ilan ettiği yıllar. Guatelli Paşa İstanbul Şehremaneti’yle sorun yaşayınca 6’ncı Daire’ye devrediyor imtiyazını. 6’ncı Daire, bugünkü Beyoğlu Belediyesi. Bazı kaynaklar, 1890 yılında İstanbul Şehremini Rıdvan Paşa kurdu diyor Tepebaşı Tiyatrosu’nu.
1914 yılında, Belediye Başkanı Cemil (Topuzlu) Paşa’nın öncülüğünde, Paris’te Tiyatro Müdürü olan Pierre Antuan tarafından, daha sonra Şehir Tiyatroları’nın temeli olacak, Osmanlı Güzellikler Evi anlamına gelen Darülbedayi-i Osmani kuruluyor. İlk yönetici Fransız tiyatrocu Andre Antoine sınavla öğrenciler alıyor Darülbedayi’ye: Muhsin Ertuğrul, Behzat Butak, Ali Naci Karacan, Peyami Safa, Emin Beliğ Belli, Eliza Binemeciyan, Ahmet Muvahhit, İ. Galip Arcan, Fikret Şadi bunlardan bazıları.
Şehzadebaşı’ndaki Letafet Apartmanı’nda “Tatbikat Sahnesi” adıyla başlayan çalışmalardan sonra, Darülbedayi’nin ilk profesyonel oyunu “Çürük Temel” 20 Ocak 1916’da Tepebaşı Tiyatrosu’nda sergilenmiş. 1925’te Darülbedayi’nin ardından da burayı İstanbul Şehir Tiyatrosu kullanmaya başlayacaktı.
27 Mayıs’tan sadece 69 gün önce Puccini’nin Tosca’sı Leyla Gencer ile bahtsız sevgilisi ressam Cavaradossi’yi oynayan Guiseppe Savio’yu izlemeye gelecekti dönemin Cumhurbaşkanı Celal Bayar ve Başbakan Adnan Menderes.
Sonun başlangıcından, 7 Ocak 1970’te “yangın tehlikesi var” diyerek boşaltılmasından önce, İstanbul Şehir Tiyatroları burada kaldığı sürede 368 adet oyunu 13.273 kez sahnelemiş. Tepebaşı Tiyatrosu'nda oynanan son oyun Mayıs 1969'da Darphne du Maurier'den “Sonbahar Fırtınası” oldu.
Aynı yıl Nisan’da “bekledikleri” ilk yangın geldi. Ertesi yılda da ikincisi. Dram Tiyatrosu, Komedi Tiyatrosu, marangozhane ve işlikleri ile İstanbul Şehir Tiyatrosu’nun merkezi olan bu bina yandığında, şehrin belleğine nüfuz etmiş bir tiyatro hikayesinde kesişen sayısız anının üzerini de kalın bir kül tabakası örttü.
…
Yetmedi. 1984’te (o yıl ve bugüne kadar hala) tapu kayıtlarında “dükkan, sinema, tiyatro ve barlı Tepebaşı Millet Bahçesi vasfında taşınmaz” olarak geçen 14 dönümlük arsa üzerine, 70 bin ton beton döktürecekti Payitaht’ın Şehremini, şehrin emanet edildiği mavi gözlü Başkan; bir kültür merkezi yaptıracağını söyleyecek, ayaklanarak yanan tiyatro binalarının yeniden yapılmasını isteyen sanatçıları yatıştırmak için “size de tiyatro yaparım” diyecekti.
1986 yılında, 68.556 metrekarelik bina bitirildiğinde, verilen sözler çoktan unutulmuş, 40 bin metrekarelik bir kısım otopark olarak, 3 bin metrekarelik ikinci kısım sergi salonu olarak kiraya verilmiş, yanan tiyatro binasına hiç benzemeyen 14 bin metrekarelik sonuncu kısım da Belediye'nin 5.5 milyar liralık borcuna karşılık TRT’ye satılmıştı.
TRT’nin komisyonu Kurum'a devredilecek binayı beğenmeyince yok sayıldı görüşü, yeni bir komisyon marifetiyle ve eksik olarak görülenler de sıralanarak, Belediye’nin göstermelik bir onarımıyla devir işlemleri tamamlandı.
Devlet'in 11 milyon mark ödediği bir programda Alman Teknik Yardımı kapsamına alındı tiyatroya hiç benzemeyen bu bina ve “TRT Tepebaşı Tv Prodüksiyon Merkezi”ne çevirmek üzere bir proje hazırlandı 1988’den 1994’e kadar. Projenin 50 milyon marka varacak maliyeti farkedildiğinde, 1994 krizini yaşıyordu Ülke.
Prodüksiyon Merkezi hayali gerçekleşmeyen TRT biçare, binasını iade etmek isteyince şehrin Büyük Belediye’sine, bu bina kaçak olduğundan ve yok sayıldığından iade mümkün olmayacaktı. O günden itibaren TRT ile şehrin belediyeleri arasında her türlü doğruyu deforme eden biteviye bir yazışma sarmalı sürecek, ama kayıtlarda hep (ve bu güne kadar hala) arsa vasfında taşınmaz olarak kalacaktı bina.
14 Temmuz 1998’de aldığı kararla, Tepebaşı'ndaki binasını, hazırlatılan ekspertiz raporlarında belirtildiği gibi 14 milyon dolar bedelle satışa çıkardı TRT, tadil edemediği halde ve satamayacağını bile bile.
2000 yılının en sıcak gününde, Ankara’da Devlet’in tüm daireleri tatil edilmişken, TRT’nin Genel Müdürü ve yardımcıları ses getireceğine inandıkları bir yarışma programının formatını hararetle tartışıyorlardı. Ama ne o kadar büyük bir stüdyomuz vardı ne de yeni bir tane yapacak zaman. O gün alınan kararla, bir dizi hazırlığın ardından 2 ayın sonunda, belki bir stüdyo değil ama TRT’nin en büyük ve hala tek çekim platosu – beklenen etkiyi yaratmadığı için kısa sürede yayından kalkacak olan bu program için – yayın hayatına başlayacak, ama bunu fazla kimse bilmeyecekti. Ta ki 2003 yılı sonrasına, Pandora’nın kutusu açılana, günahlar ve umutlar ortalığa saçılana dek.
2002 yılının sonbaharında, henüz satılamadığından satılık tabelası indirilen binasını – yapımındaki eksiklik ve hatalara eklenen 17 yıllık bakımsızlığıyla işlev görmez hale geldiğinden – tadil etmeye karar verdi TRT.
Ödenek yetersizliğinden, öngörülen bütçenin altıda biri ile tadilatın başladığı günlerde, ilk ziyaretçi, mavi gözlü Başkan’ın “Kültür Merkezi”nin mimarıydı. Mimar, binada yapılacak tadilat için muvafakatının alınması ve hizmetin bedelinin ödenmesi gerektiğini hatırlatıyordu. Onaylanmış projesi istenince Mimar’dan, bu “ilk ziyaretçi”nin aynı zamanda son ziyareti olacak, ama ziyaretlerin sonu gelmeyecekti.
Sonraki ziyaretçiler Belediye’nin kolluk kuvveti idi. Önce, İstanbul Valiliği ve Beyoğlu Belediye Başkanlığı’nın “binanın dış cephesinin kirlenmiş olması sebebi ile görüntü kirliliği oluşturduğu, ana arter üzerinde bulunan ve şehircilik, estetik bakımdan mahsurlar yaratan bina cephesinin ilgili yasa uyarınca temizlettirilmesi gerektiği” belirtilen belgesini getirdiler. Ardından tadilat için ruhsat alınmasını istediler.
Ama Belediye ruhsat veremedi, bina kaçak olduğundan ve yok sayıldığından.
Sonra, mavi gözlü Başkan’ın Tepebaşı Dram Tiyatrosu’nun külleri üzerine “kültür merkezi” yaptığının 3 yıl sonrasına ait bir başka belge çıktı gün ışığına. İstanbul III numaralı Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu, 25-8.7.1988 tarih ve no.lu toplantısında aldığı karara göre, binanın cephesindeki kat parapetlerinin kaldırılarak bitişikteki tescilli yapıya aykırı etkisinin önlenmesini istiyordu.
“Bitişikteki tescilli yapı”, 1800’lerde İstanbul’a iş bulmaya gelen, çeşitli inşaat işlerinde çalıştıktan sonra İmparatorluk’un tüm denizlerindeki gemi feneri yapım işlerini alan Fransız Joseph Baudouy’nun zamanın en gözde semti Pera’nın merkezinde kendine konut olarak inşa ettiği, Bodvi Binası olarak da bilinen binaydı. 1986 yılında TÜSİAD satın alarak binayı, yok olmaktan kurtarmış, yapımında Baudouy’nun Eskişehir’den getirttiği beyaz taşların kullanıldığı cepheyi iki köşesindeki feneri andıran kuleleriyle birlikte koruyarak restore ettirmiş, içerisini çelik konstrüksiyonla yeniletmiş, üzerine yeşil camları ve çatısıyla bir de kat ilave ettirmeyi ihmal etmemiş, 1993’te taşınarak binaya, kullanmaya başlamıştı.
2002 yılında, TRT nasıl bir tadilat yöntemi izleyeceğini sorduğunda Kurul’a, Meşrutiyet caddesinde bulunan tescilli 110 adet tarihi yapının toplamından daha büyük olan bu heyulayı – arsa sahibi Beyoğlu, mülkün sahibi Büyükşehir Belediyeleri olan, bir kısmı ayıplı olarak TRT’ye satılan bu kaçak yapıyı –, Kurul görmezden gelmeye devam edecek ve kayıtlarda olmadığı için “yok hükmünde” sayılacaktı.
Dahası 2002 yılı biterken, “Beyoğlu Meşrutiyet Caddesi ve Yakın Çevresi Kentsel Tasarım Grubu”, Cadde için hazırladığı “Kentsel Yenileme Projesi”ni sergiliyor; rölöve ve renovasyon paftalarında kaldırımların, açık otoparkların ve bina tabelalarının yeni düzenini anlatıyor; ama, caddedeki tescilli yapılardaki ruhsatsız eklentiler, değişiklikler, kaçak ek katlara bir çözüm önermiyor, malum heyulayı da Kurul’un görüşüne uyarak “yok hükmünde” sayıp Çalışma’dan tart ve ihraç ediyor, dahası Bodvi Binası’nın böğrüne saplanan insan boyu yüksekliğindeki kat parapetleri ile birlikte TRT’ye ait olan kısmı eksiksiz ve olduğu gibi “koruma”ya alıyordu.
Serginin öncesi miydi çıkaramıyorum, TRT Binası'ndaki tadilat sürerken, yapılmakta olanlar anlatılınca, Beyoğlu Belediyesi’nin (Mimar ve Sanat Tarihi Doktoru) Başkanı’yla Profesör olan Danışmanı (üyesiymiş Kurul’un aynı zamanda), teşekkür ederek kutladılar yapılanı; hala anımsadığım, el sıkışırken, benim sırtım / Başkan’ın ve Danışman’nın yüzleri dönüktü TRT Binası'na.
Anlatılanlar aynıyla yapıldı.
(Bekleyenin yangını seyreylediği, söz verenin sözünden döndüğü, yol göstermesi gerekenin yok hükmünde saydığı, icazet verenin ruhsat vermediği) TRT Binası'nın insan boyundaki parapetleri kesildi, Tarlabaşı’nın yarılmış böğrüne – bulvara – bakan yüzü hemen karşıda Euro Plaza Otel’deki gibi mavi camla, Meşrutiyet caddesindeki yüzü Bodvi Binası’na ilave edilen katın renginde yeşil camla kaplandı.
Tüm bunlar, izleyen herkesin gözü önünde yapıldı.
25 Agustos 2003’te, Beyoğlu Belediyesi’nin bir başka danışmanı (tarihi dokuyu koruma kavramını “bina cephelerini boyama” olarak tarifleyen bir Mimar), Beyoğlu’nda 208 binanın cephe renklerini yenilediklerini, ancak TRT’nin binasında “gay”ler tarafından kullanılan renkleri kullanmasına engel olamadıklarını beyan etti bir gazetede.
Ertesi gün, bir başka gazetede Hakkı Devrim, Danışman Mimar’a dayandırarak bilgisini, Belediye’nin itirazına rağmen TRT’nin binasını yeşil alan olması gereken yere yaptığını yazdı köşesinde.
Aynı yıl, UNESCO Dünya Mirası Merkezi Genel Direktör Yardımcısı Minja Yang, İstanbul’a inerken ayağının tozuyla “Tepebaşı’na saplanmış bir hançerdir” dedi, TRT binasını gösterenlere.
Oysa renkler ve ‘gay’lerle uğraşmadan, zarfa değil mazrufa bakanlar, o hançerin TRT’den çok önce Tarlabaşı’nın böğrünü yararak Tepebaşı’na saplandığını görüyordu.
…
2 Kasım 2007’de sabaha karşı 04:10’da, İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti Yasası kabul edildi Parlamento’da. Avrupa Birliği tarafından 2010 yılı Avrupa Kültür Başkenti ilan edilen İstanbul’u hazırlamak, “2010 yılında yapılacak etkinlikleri planlamak ve yönetmek, kamu kurum ve kuruluşlarının bu amaçla yapacakları çalışmalarda koordinasyonu sağlamak üzere İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti Ajansı'nın kurulması ile görev ve yetkilerini düzenlemek” amacıyla hazırlandı yasa.
30 Kasım 2007’de, Başbakan, bir genelge ile, oluşturulan “Koordinasyon Kurulu"na, kamu kurum ve kuruluşlarının ihtiyaç duyulacak her türlü yardım ve desteği sağlamasını önemle rica ediyordu.
04 Mart 2007’de, Tepebaşı Dram Tiyatrosu'nun yanışından otuz yedi yıl, mavi gözlü Başkan’ın “kültür merkezi ve tiyatro” sözünden on üç yıl sonra, İstanbul Yasası’nın Parlamento’da sabaha karşı 04:10’da kabulünden ve Başbakan’ın destek ricasından sekiz ay önce, yine bir kültür kompleksi projesi karşıladı beni, bu kez bir başka gazetede, Gila Benyamor’un köşesinde.
1841 doğumlu İtalyan Mimar Gugliemo Semprini’nin 1870 – 1912 yılları arasında Beyoğlu’nun hemen her sokağını bezediği binalarından birinde, Asmalımescid Mahallesi, 315 ada, 15 parselde, Meşrutiyet caddesine bakan, Rosolimo Apartmanı olarak da bilinen, İstanbul Araştırmaları Enstitüsü sahiplendikten sonra yakılmak / yok olmaktan kurtulan bu binanın beşinci katından, aktarıyordu köşesine Gila Benyamor.
Enstitü'nün de kurucusu olan Suna ve İnan Kıraç Vakfı’nın hayaliymiş, Tepebaşı'ndaki TRT binasının yerine İstanbul’a yakışacak bir kültür kompleksi. Guggenheim Müzesi’nin Mimarı’nın hazırladığı projeyi, hem Başbakan görmüş hem de İstanbul’un Başkanı, her ikisi de beğenmiş ve onaylamış.
Ama 18 Aralık 2003’te, yukarıdaki yazıda bahse konu hayalden de önce, aynı gazetenin bir başka köşesinde, yazar ve eleştirmen Doğan Hızlan kendi hayalinden bahsetmişti.
“Yanan tiyatro binaları yeniden yapılmalı” başlıklı yazısına, Venedik'teki La Fenice opera binasının yanışından yedi yıl sonra yeniden yapılarak açıldığını, Belediye Başkanı Paolo Costa’nın konserden önce ‘‘Büyük Fenice binası yeniden İtalya'ya ve dünyaya geri verildi.'' dediğini, İtalya Cumhurbaşkanı Carlo Azeglio Ciampi’nin de açılış törenine katıldığını anlatarak başlamıştı.
Yazar, devamla, “…Sanki Türkiye'de tiyatro, opera binası, konser salonu çokmuş gibi. Bir eksik bizi rahatsız etmiyor.”
“Türk tiyatro tarihinde önemli bir yeri olan Dram Tiyatrosu da yandı ve o da yapılmadı. Oysa nice iyi oyunlar bu sahnede sergilendi, nice büyük sanatçılar bu sahnede en iyi icralarını gösterdi.”
“Neden yeniden yapılmadı? Hiçbir açıklamayı kabul edemem. Binalarımıza, kültürümüze, kültürel mekánlarımıza karşı neden bu kadar barbar, bu kadar umursamaz, bu kadar duyarsız, bu kadar tarih bilincinden yoksun davranabiliyoruz?…” demişti.
Doğan Hızlan yazısını, “YANGIN yeri olmuş gibi bir tanımlama vardır. Bizim kültürümüzün yangın yerleri bunlar. Ne hazin, 1970'lerde Tepebaşı Dram Tiyatrosu, 1980'lerde Şan Sineması, 1990'larda Elhamra Tiyatrosu yandı. Tiyatro tarihimizi yangınlardan izleyen tek milletiz. Beyoğlu güzelleşiyor yargısı, bu binalar yapılmadıkça havada kalır.” diyerek tamamlamıştı.
Mimar ve Sanat Tarihi Doktoru olan, 1994’te Büyükşehir Belediyesi'ne danışmanlığa başlayan, bağlı saray, kasır ve tarihi eserlerin restorasyon çalışmalarına katılan, 1999’da da Beyoğlu’na şehremini seçilen Başkan, TRT’yle süregelen biteviye toplantılarda (Tepebaşı’ndaki heyulanın kaçak ve ruhsatsız oluşundan dertlenerek) yapabileceği bir şey olmadığını tekrarlayıp dururken; o gün, – köşesinde söylediğine göre Yazar’ın – “orayı ihya etmek istediğinden” söz etmiş.
Yine Doğan Hızlan’a – 11 Ocak 2008 tarihli gazetedeki köşesinde – 2004’ten beri artık İstanbul’a şehremini seçilmiş olarak, bir başka vesileyle belki ama devam ederek anlatmış Başkan; artık son aşamaya gelindiğini, Tepebaşı’ndaki TRT Binası’nı ve oradaki alanı Suna ve İnan Kıraç Vakfı’na vereceğini, kendisinin önerisiyle de oraya eski Dram Tiyatrosu’nun aynısı bir tiyatro salonu ile konser salonu yapılacağını söylemiş.
21 Aralık 2009’da yeni bir haber düştü bir başka gazetede Mahmut Övür’ün köşesine. Henüz bölge planlarının tam olarak bitirilmediği, Büyükşehir Belediye Yönetimi’nin projeye sıcak baktığı anlatılıyor, işi yakından izleyen bir uzmanın dediği aktarılıyordu:
“Orada yanan bir tiyatro binası vardı: Dram Tiyatrosu. Onun bir minyatürü de yapılacak…”
…
1970 / Tepebaşı Dram Tiyatrosu binasının yanarak yok oluşunun kırkıncı yılında…
1984 / İstanbul’un mavi gözlü Başkanı’nın yanan Tepebaşı Dram Tiyatrosu binasının külleri üzerine, içinde tiyatro salonu da olan bir kültür merkezi yaptıracağını söyleyerek kaçak ve ruhsatsız bir otopark yaptırışının ve bir kısmını borca karşılık satışının yirmi altıncı yılında…
1986 / Taksim’den Şişhane’ye Tarlabaşı’nın böğrünün yarıldığının, mavi gözlü Başkan’ın çöküntü alanlarını yenileyeceğini söyleyip de çöküşü hızlandırdığının, birkaç yüz kişiye birkaç yüz milyar liralık rant merkezi yaratışının yirmi dördüncü yılında…
1941 / Westminster Sarayı'nın bombalandığı gece yarısında Kabine Bakanı Walter Eliot’un duraksamadan verdiği kararla, dokuz asırlık Westminster Salonu'nu kurtarışının altmış dokuzuncu yılında…
1950 / Avam Kamarası'nın yanışından dokuz yıl sonra yeniden yapılarak açılışının altmışıncı yılında…
2003 / Venedik'teki La Fenice opera binasının yanışından yedi yıl sonra yeniden yapılarak açılışının yedinci yılında..
2005 / İstanbul’un Mimar ve Sanat Tarihi Doktoru olan Başkanı’nın, yanan Tepebaşı Dram Tiyatrosu binasının külleri üzerine yapılan otopark binasını ve oradaki alanı bir vakfa vererek kültür kompleksi yaptırmaya karar verişinin beşinci yılında..
2007 / Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde, ‘İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti Yasası’nın sabaha karşı 04:10’da kabul edilişinin üçüncü yılında…
Bize tiyatroyu verenlerin ruhları huzurunda, onlara binalarını geri vermeli, geçmişe saygı duymalı.
Tepebaşı Dram Tiyatrosu’nu yeniden Türkiye’ye ve dünyaya geri verelim.
Sonra Büyük Usta gelsin. İstanbul’a bir proje yapsın. Geçmişi ezmeyen. Hafızayı kuşatmayan. Geleceği yücelten. 21’inci yüzyılın amentüsü olsun.
Sahne kimin İstanbul?
Hakan Alkan
Kaynak:http://www.mimarun.blogspot.com.tr/2010/01/tepebas-dram-tiyatrosu.html
Hayatımda ilk kez bir binanın yok edilişine ağlayışımın çok sonrasında, 90’lı yılların başına denk gelir Tepebaşı Dram Tiyatrosu / bir dramın revüsü ile tanışmam.
Meğer, Darülbedayi’den Şehir Tiyatrosu’na, “Çürük Temel”den “Sonbahar Fırtınası”na, Guatelli Paşa’dan Rıdvan Paşa’ya, Joseph Baudouy’dan Gugliemo Semprini’ye, Muhsin Ertuğrul’dan Eliza Binemeciyan’a, Leyla Gencer’den Guiseppe Savio’ya, Celal Bayar’dan Adnan Menderes’e, bu kadar ayrı dünyalardan gelerek aynı toprak parçası üzerinde yolları kesişen sayısız müşahidin ruhları huzurunda, huzursuz ruhlarıyla birlikte; yaptığım işe önem vererek / önemli bir iş yaptığıma inanarak, yatay, dikey, köşe bucak tavaf ettiğim bu heyulanın Belediye ile yazışmalarını yürütürken, bir tapu belgesinde rastlamıştım ona:
“dükkan, sinema, tiyatro ve barlı Tepebaşı Millet Bahçesi vasfında taşınmaz…”
…
1986 baharında, Fatih’in İstanbul’u fethedişinin 533’üncü yıldönümünde, Taksim Meydanı’nda ağladığımdan daha çok öylece durduğuma / kımıldayamadığıma, yapılması gereken şeyi bulamadığıma, bir şey bulup da yapamadığıma utanıyordum.
O bahar, Mayıs’ın 29’unda, 12 Eylül’ün altıncı yılında, Payitaht’ın Şehremini, şehrin emanet edildiği mavi gözlü Başkan, Tarlabaşı’nın böğrünü bir hançerle yardı. O gün ve sonraki iki yılda, Taksim’den Şişhane’ye 167’si tescilli 368 binayı yıktı, yok etti.
Kocası Amerika’ya giderken “döneceğim” dediğinden ölene dek onu bekleyen Emine Teyze’nin iki çocuğuyla anca kiralayabildiği üçüncü katındaki iki odasından büyükçe olanın cumbasına yerleştirilmiş küçük karyolanın üzerine çıkarak penceresinden caddeyi baştan sona gözlediğimiz ve boynuzlu otobüsleri saydığımız, girişine yerleştirdiği tezgahında Mahmut Dayı’nın çerçilik yaparak sekiz çocuğunu geçindirdiği, merdivenlerinde Şefik ve Cem’le gizlice Dayı’nın sattığı tahta oyuncaklarla bir de Amerika’daki babadan gelen kurmalı teneke arabalarla oynadığımız, ön cephesi taştan, duvarları tuğladan, katları volta döşemeli o bina da, bu kıyımla Tarlabaşı’nın sokaklarından kazındı, çocukluğumun giderek silikleşen anıları arasında kaldı.
19. yüzyılda, batılı anlamda ilk şehircilik uygulamalarının gerçekleştirildiği, caddeleri, meydanları, otelleri, tiyatrolarıyla “Yeni Şehir” (Nouvelle Ville) projesinin uygulandığı, Cumhuriyet’ten sonra çoğunluk Rumlar’ın, Ermeniler’in ve Levantenler’in yerleştiği, Tarlabaşı’nın büyülü dokusunda, 1942’deki Varlık Vergisi'yle pek çok bina sahipleri tarafından elden çıkarılmış, kalanlar 1955’teki 6 – 7 Eylül Olayları’nda hızla el değiştirmiş ya da sahipsiz kalmıştı.
Bu yaşananlar, Tarlabaşı’nın fiziksel çöküşünün ardındaki toplumsal sebeplerin bir kısmı olarak tarihteki yolunu ararken; mavi gözlü Başkan’ın katliamı, Tarlabaşı’nın asıl fiziksel değişimine yol açan ‘Vahşi Proje’ bu yolun mihenk taşı olarak payidar kalacaktı.
…
Savaş tüm acımasızlığıyla sürerken, 1940 yılında, hem Lordlar Kamarası hem de Avam Kamarası, bombalanma riskine karşı, Westminster’daki Kilise Binası'nda toplanmaya başlamışlardı.
Westminster Sarayı, savaş boyunca hava saldırılarında 14 kez bombalanmıştı. Bunlardan en kötüsü, 1941’in 10 Mayıs gecesi Avam kamarası ve Westminster Salonu'nun isabet aldığı saldırıydı. Atılan yangın bombalarıyla, her iki binayı da saran alevler bir anda ortalığı cehenneme çevirdi.
Yangından iki binanın da kurtarılmasının mümkün olmadığı ve bir seçim yapmak gerektiği söylendiğinde, Kabine Bakanı Walter Eliot’un duraksamadan verdiği kararla (ve bizzat katıldığı söndürme çalışmasında), Saray'ın 11. yüzyıldan bugüne ayakta kalan en eski bölümü olan Westminster Salonu kurtarılmış, bu arada Avam Kamarası tamamen yanarak taş yığınına dönmüştü.
Ancak bu yok oluş kısa sürecek, RIBA başkanlığı da yapmış olan ünlü Mimar Sir Giles Gilbert Scott 1944’te Avam Kamarası'nı yeniden inşa etmekle görevlendirilecekti. Bir yandan yok olanı inşa etmesi istenirken, öte yandan kalanla kuşatılmış olan Scott, yeni binanın eskiye münasip / eskiyle mutabık olması gerektiğini, başka herhangi bir şeyin Westminster Sarayı’ın gotik stiliyle çatışmaya gireceğini düşünüyordu.
Winston Churchill, Scott’un görüşünü destekleyecek, 28 Ekim 1944’te Avam Kamarası'nda yaptığı konuşmasında “Yapılarımızı biz biçimlendiririz, ardından yapılarımız bizi biçimlendirir.” diyecekti.
Scott’un yeniden inşa ettiği Avam Kamarası 1950’de açıldığında, o dönemde Parlamento'nun üye sayısı 615 olmasına rağmen, bina, yangından önce 427 olan orijinal sandalye sayısına kadar, olduğu gibi korunmuştu.
…
1989’da Kurum'a girer girmez kucağımda bulmuştum Tepebaşı projesini. Tepebaşı projesi dediğim, Tepebaşı Tiyatrosu’nun geçmişi silen / kalanı ezen bir drama yansıması, imparatorlukların imbiğinden süzülmüş bu şehirle kurabildiğimiz ilişkinin yok hükmündeki heyulası, Haliç’e karşı uzandığı teneşirde çoktan unutulmuş, “dükkan, sinema, tiyatro ve barlı Tepebaşı Millet Bahçesi vasfında taşınmaz”ın bir parçası, “Tepebaşı Tv Prodüksiyon Merkezi Projesi” idi.
1870’lerde bir arsa veriliyor Guatelli Paşa’ya, tiyatro binası yapsın, işletsin diye. Osmanlı’nın zor durumda olduğu, borçlarını ödeyemez hale düşerek Muharrem Kararnamesi ile moratoryum ilan ettiği yıllar. Guatelli Paşa İstanbul Şehremaneti’yle sorun yaşayınca 6’ncı Daire’ye devrediyor imtiyazını. 6’ncı Daire, bugünkü Beyoğlu Belediyesi. Bazı kaynaklar, 1890 yılında İstanbul Şehremini Rıdvan Paşa kurdu diyor Tepebaşı Tiyatrosu’nu.
1914 yılında, Belediye Başkanı Cemil (Topuzlu) Paşa’nın öncülüğünde, Paris’te Tiyatro Müdürü olan Pierre Antuan tarafından, daha sonra Şehir Tiyatroları’nın temeli olacak, Osmanlı Güzellikler Evi anlamına gelen Darülbedayi-i Osmani kuruluyor. İlk yönetici Fransız tiyatrocu Andre Antoine sınavla öğrenciler alıyor Darülbedayi’ye: Muhsin Ertuğrul, Behzat Butak, Ali Naci Karacan, Peyami Safa, Emin Beliğ Belli, Eliza Binemeciyan, Ahmet Muvahhit, İ. Galip Arcan, Fikret Şadi bunlardan bazıları.
Şehzadebaşı’ndaki Letafet Apartmanı’nda “Tatbikat Sahnesi” adıyla başlayan çalışmalardan sonra, Darülbedayi’nin ilk profesyonel oyunu “Çürük Temel” 20 Ocak 1916’da Tepebaşı Tiyatrosu’nda sergilenmiş. 1925’te Darülbedayi’nin ardından da burayı İstanbul Şehir Tiyatrosu kullanmaya başlayacaktı.
27 Mayıs’tan sadece 69 gün önce Puccini’nin Tosca’sı Leyla Gencer ile bahtsız sevgilisi ressam Cavaradossi’yi oynayan Guiseppe Savio’yu izlemeye gelecekti dönemin Cumhurbaşkanı Celal Bayar ve Başbakan Adnan Menderes.
Sonun başlangıcından, 7 Ocak 1970’te “yangın tehlikesi var” diyerek boşaltılmasından önce, İstanbul Şehir Tiyatroları burada kaldığı sürede 368 adet oyunu 13.273 kez sahnelemiş. Tepebaşı Tiyatrosu'nda oynanan son oyun Mayıs 1969'da Darphne du Maurier'den “Sonbahar Fırtınası” oldu.
Aynı yıl Nisan’da “bekledikleri” ilk yangın geldi. Ertesi yılda da ikincisi. Dram Tiyatrosu, Komedi Tiyatrosu, marangozhane ve işlikleri ile İstanbul Şehir Tiyatrosu’nun merkezi olan bu bina yandığında, şehrin belleğine nüfuz etmiş bir tiyatro hikayesinde kesişen sayısız anının üzerini de kalın bir kül tabakası örttü.
…
Yetmedi. 1984’te (o yıl ve bugüne kadar hala) tapu kayıtlarında “dükkan, sinema, tiyatro ve barlı Tepebaşı Millet Bahçesi vasfında taşınmaz” olarak geçen 14 dönümlük arsa üzerine, 70 bin ton beton döktürecekti Payitaht’ın Şehremini, şehrin emanet edildiği mavi gözlü Başkan; bir kültür merkezi yaptıracağını söyleyecek, ayaklanarak yanan tiyatro binalarının yeniden yapılmasını isteyen sanatçıları yatıştırmak için “size de tiyatro yaparım” diyecekti.
1986 yılında, 68.556 metrekarelik bina bitirildiğinde, verilen sözler çoktan unutulmuş, 40 bin metrekarelik bir kısım otopark olarak, 3 bin metrekarelik ikinci kısım sergi salonu olarak kiraya verilmiş, yanan tiyatro binasına hiç benzemeyen 14 bin metrekarelik sonuncu kısım da Belediye'nin 5.5 milyar liralık borcuna karşılık TRT’ye satılmıştı.
TRT’nin komisyonu Kurum'a devredilecek binayı beğenmeyince yok sayıldı görüşü, yeni bir komisyon marifetiyle ve eksik olarak görülenler de sıralanarak, Belediye’nin göstermelik bir onarımıyla devir işlemleri tamamlandı.
Devlet'in 11 milyon mark ödediği bir programda Alman Teknik Yardımı kapsamına alındı tiyatroya hiç benzemeyen bu bina ve “TRT Tepebaşı Tv Prodüksiyon Merkezi”ne çevirmek üzere bir proje hazırlandı 1988’den 1994’e kadar. Projenin 50 milyon marka varacak maliyeti farkedildiğinde, 1994 krizini yaşıyordu Ülke.
Prodüksiyon Merkezi hayali gerçekleşmeyen TRT biçare, binasını iade etmek isteyince şehrin Büyük Belediye’sine, bu bina kaçak olduğundan ve yok sayıldığından iade mümkün olmayacaktı. O günden itibaren TRT ile şehrin belediyeleri arasında her türlü doğruyu deforme eden biteviye bir yazışma sarmalı sürecek, ama kayıtlarda hep (ve bu güne kadar hala) arsa vasfında taşınmaz olarak kalacaktı bina.
14 Temmuz 1998’de aldığı kararla, Tepebaşı'ndaki binasını, hazırlatılan ekspertiz raporlarında belirtildiği gibi 14 milyon dolar bedelle satışa çıkardı TRT, tadil edemediği halde ve satamayacağını bile bile.
2000 yılının en sıcak gününde, Ankara’da Devlet’in tüm daireleri tatil edilmişken, TRT’nin Genel Müdürü ve yardımcıları ses getireceğine inandıkları bir yarışma programının formatını hararetle tartışıyorlardı. Ama ne o kadar büyük bir stüdyomuz vardı ne de yeni bir tane yapacak zaman. O gün alınan kararla, bir dizi hazırlığın ardından 2 ayın sonunda, belki bir stüdyo değil ama TRT’nin en büyük ve hala tek çekim platosu – beklenen etkiyi yaratmadığı için kısa sürede yayından kalkacak olan bu program için – yayın hayatına başlayacak, ama bunu fazla kimse bilmeyecekti. Ta ki 2003 yılı sonrasına, Pandora’nın kutusu açılana, günahlar ve umutlar ortalığa saçılana dek.
2002 yılının sonbaharında, henüz satılamadığından satılık tabelası indirilen binasını – yapımındaki eksiklik ve hatalara eklenen 17 yıllık bakımsızlığıyla işlev görmez hale geldiğinden – tadil etmeye karar verdi TRT.
Ödenek yetersizliğinden, öngörülen bütçenin altıda biri ile tadilatın başladığı günlerde, ilk ziyaretçi, mavi gözlü Başkan’ın “Kültür Merkezi”nin mimarıydı. Mimar, binada yapılacak tadilat için muvafakatının alınması ve hizmetin bedelinin ödenmesi gerektiğini hatırlatıyordu. Onaylanmış projesi istenince Mimar’dan, bu “ilk ziyaretçi”nin aynı zamanda son ziyareti olacak, ama ziyaretlerin sonu gelmeyecekti.
Sonraki ziyaretçiler Belediye’nin kolluk kuvveti idi. Önce, İstanbul Valiliği ve Beyoğlu Belediye Başkanlığı’nın “binanın dış cephesinin kirlenmiş olması sebebi ile görüntü kirliliği oluşturduğu, ana arter üzerinde bulunan ve şehircilik, estetik bakımdan mahsurlar yaratan bina cephesinin ilgili yasa uyarınca temizlettirilmesi gerektiği” belirtilen belgesini getirdiler. Ardından tadilat için ruhsat alınmasını istediler.
Ama Belediye ruhsat veremedi, bina kaçak olduğundan ve yok sayıldığından.
Sonra, mavi gözlü Başkan’ın Tepebaşı Dram Tiyatrosu’nun külleri üzerine “kültür merkezi” yaptığının 3 yıl sonrasına ait bir başka belge çıktı gün ışığına. İstanbul III numaralı Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu, 25-8.7.1988 tarih ve no.lu toplantısında aldığı karara göre, binanın cephesindeki kat parapetlerinin kaldırılarak bitişikteki tescilli yapıya aykırı etkisinin önlenmesini istiyordu.
“Bitişikteki tescilli yapı”, 1800’lerde İstanbul’a iş bulmaya gelen, çeşitli inşaat işlerinde çalıştıktan sonra İmparatorluk’un tüm denizlerindeki gemi feneri yapım işlerini alan Fransız Joseph Baudouy’nun zamanın en gözde semti Pera’nın merkezinde kendine konut olarak inşa ettiği, Bodvi Binası olarak da bilinen binaydı. 1986 yılında TÜSİAD satın alarak binayı, yok olmaktan kurtarmış, yapımında Baudouy’nun Eskişehir’den getirttiği beyaz taşların kullanıldığı cepheyi iki köşesindeki feneri andıran kuleleriyle birlikte koruyarak restore ettirmiş, içerisini çelik konstrüksiyonla yeniletmiş, üzerine yeşil camları ve çatısıyla bir de kat ilave ettirmeyi ihmal etmemiş, 1993’te taşınarak binaya, kullanmaya başlamıştı.
2002 yılında, TRT nasıl bir tadilat yöntemi izleyeceğini sorduğunda Kurul’a, Meşrutiyet caddesinde bulunan tescilli 110 adet tarihi yapının toplamından daha büyük olan bu heyulayı – arsa sahibi Beyoğlu, mülkün sahibi Büyükşehir Belediyeleri olan, bir kısmı ayıplı olarak TRT’ye satılan bu kaçak yapıyı –, Kurul görmezden gelmeye devam edecek ve kayıtlarda olmadığı için “yok hükmünde” sayılacaktı.
Dahası 2002 yılı biterken, “Beyoğlu Meşrutiyet Caddesi ve Yakın Çevresi Kentsel Tasarım Grubu”, Cadde için hazırladığı “Kentsel Yenileme Projesi”ni sergiliyor; rölöve ve renovasyon paftalarında kaldırımların, açık otoparkların ve bina tabelalarının yeni düzenini anlatıyor; ama, caddedeki tescilli yapılardaki ruhsatsız eklentiler, değişiklikler, kaçak ek katlara bir çözüm önermiyor, malum heyulayı da Kurul’un görüşüne uyarak “yok hükmünde” sayıp Çalışma’dan tart ve ihraç ediyor, dahası Bodvi Binası’nın böğrüne saplanan insan boyu yüksekliğindeki kat parapetleri ile birlikte TRT’ye ait olan kısmı eksiksiz ve olduğu gibi “koruma”ya alıyordu.
Serginin öncesi miydi çıkaramıyorum, TRT Binası'ndaki tadilat sürerken, yapılmakta olanlar anlatılınca, Beyoğlu Belediyesi’nin (Mimar ve Sanat Tarihi Doktoru) Başkanı’yla Profesör olan Danışmanı (üyesiymiş Kurul’un aynı zamanda), teşekkür ederek kutladılar yapılanı; hala anımsadığım, el sıkışırken, benim sırtım / Başkan’ın ve Danışman’nın yüzleri dönüktü TRT Binası'na.
Anlatılanlar aynıyla yapıldı.
(Bekleyenin yangını seyreylediği, söz verenin sözünden döndüğü, yol göstermesi gerekenin yok hükmünde saydığı, icazet verenin ruhsat vermediği) TRT Binası'nın insan boyundaki parapetleri kesildi, Tarlabaşı’nın yarılmış böğrüne – bulvara – bakan yüzü hemen karşıda Euro Plaza Otel’deki gibi mavi camla, Meşrutiyet caddesindeki yüzü Bodvi Binası’na ilave edilen katın renginde yeşil camla kaplandı.
Tüm bunlar, izleyen herkesin gözü önünde yapıldı.
25 Agustos 2003’te, Beyoğlu Belediyesi’nin bir başka danışmanı (tarihi dokuyu koruma kavramını “bina cephelerini boyama” olarak tarifleyen bir Mimar), Beyoğlu’nda 208 binanın cephe renklerini yenilediklerini, ancak TRT’nin binasında “gay”ler tarafından kullanılan renkleri kullanmasına engel olamadıklarını beyan etti bir gazetede.
Ertesi gün, bir başka gazetede Hakkı Devrim, Danışman Mimar’a dayandırarak bilgisini, Belediye’nin itirazına rağmen TRT’nin binasını yeşil alan olması gereken yere yaptığını yazdı köşesinde.
Aynı yıl, UNESCO Dünya Mirası Merkezi Genel Direktör Yardımcısı Minja Yang, İstanbul’a inerken ayağının tozuyla “Tepebaşı’na saplanmış bir hançerdir” dedi, TRT binasını gösterenlere.
Oysa renkler ve ‘gay’lerle uğraşmadan, zarfa değil mazrufa bakanlar, o hançerin TRT’den çok önce Tarlabaşı’nın böğrünü yararak Tepebaşı’na saplandığını görüyordu.
…
2 Kasım 2007’de sabaha karşı 04:10’da, İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti Yasası kabul edildi Parlamento’da. Avrupa Birliği tarafından 2010 yılı Avrupa Kültür Başkenti ilan edilen İstanbul’u hazırlamak, “2010 yılında yapılacak etkinlikleri planlamak ve yönetmek, kamu kurum ve kuruluşlarının bu amaçla yapacakları çalışmalarda koordinasyonu sağlamak üzere İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti Ajansı'nın kurulması ile görev ve yetkilerini düzenlemek” amacıyla hazırlandı yasa.
30 Kasım 2007’de, Başbakan, bir genelge ile, oluşturulan “Koordinasyon Kurulu"na, kamu kurum ve kuruluşlarının ihtiyaç duyulacak her türlü yardım ve desteği sağlamasını önemle rica ediyordu.
04 Mart 2007’de, Tepebaşı Dram Tiyatrosu'nun yanışından otuz yedi yıl, mavi gözlü Başkan’ın “kültür merkezi ve tiyatro” sözünden on üç yıl sonra, İstanbul Yasası’nın Parlamento’da sabaha karşı 04:10’da kabulünden ve Başbakan’ın destek ricasından sekiz ay önce, yine bir kültür kompleksi projesi karşıladı beni, bu kez bir başka gazetede, Gila Benyamor’un köşesinde.
1841 doğumlu İtalyan Mimar Gugliemo Semprini’nin 1870 – 1912 yılları arasında Beyoğlu’nun hemen her sokağını bezediği binalarından birinde, Asmalımescid Mahallesi, 315 ada, 15 parselde, Meşrutiyet caddesine bakan, Rosolimo Apartmanı olarak da bilinen, İstanbul Araştırmaları Enstitüsü sahiplendikten sonra yakılmak / yok olmaktan kurtulan bu binanın beşinci katından, aktarıyordu köşesine Gila Benyamor.
Enstitü'nün de kurucusu olan Suna ve İnan Kıraç Vakfı’nın hayaliymiş, Tepebaşı'ndaki TRT binasının yerine İstanbul’a yakışacak bir kültür kompleksi. Guggenheim Müzesi’nin Mimarı’nın hazırladığı projeyi, hem Başbakan görmüş hem de İstanbul’un Başkanı, her ikisi de beğenmiş ve onaylamış.
Ama 18 Aralık 2003’te, yukarıdaki yazıda bahse konu hayalden de önce, aynı gazetenin bir başka köşesinde, yazar ve eleştirmen Doğan Hızlan kendi hayalinden bahsetmişti.
“Yanan tiyatro binaları yeniden yapılmalı” başlıklı yazısına, Venedik'teki La Fenice opera binasının yanışından yedi yıl sonra yeniden yapılarak açıldığını, Belediye Başkanı Paolo Costa’nın konserden önce ‘‘Büyük Fenice binası yeniden İtalya'ya ve dünyaya geri verildi.'' dediğini, İtalya Cumhurbaşkanı Carlo Azeglio Ciampi’nin de açılış törenine katıldığını anlatarak başlamıştı.
Yazar, devamla, “…Sanki Türkiye'de tiyatro, opera binası, konser salonu çokmuş gibi. Bir eksik bizi rahatsız etmiyor.”
“Türk tiyatro tarihinde önemli bir yeri olan Dram Tiyatrosu da yandı ve o da yapılmadı. Oysa nice iyi oyunlar bu sahnede sergilendi, nice büyük sanatçılar bu sahnede en iyi icralarını gösterdi.”
“Neden yeniden yapılmadı? Hiçbir açıklamayı kabul edemem. Binalarımıza, kültürümüze, kültürel mekánlarımıza karşı neden bu kadar barbar, bu kadar umursamaz, bu kadar duyarsız, bu kadar tarih bilincinden yoksun davranabiliyoruz?…” demişti.
Doğan Hızlan yazısını, “YANGIN yeri olmuş gibi bir tanımlama vardır. Bizim kültürümüzün yangın yerleri bunlar. Ne hazin, 1970'lerde Tepebaşı Dram Tiyatrosu, 1980'lerde Şan Sineması, 1990'larda Elhamra Tiyatrosu yandı. Tiyatro tarihimizi yangınlardan izleyen tek milletiz. Beyoğlu güzelleşiyor yargısı, bu binalar yapılmadıkça havada kalır.” diyerek tamamlamıştı.
Mimar ve Sanat Tarihi Doktoru olan, 1994’te Büyükşehir Belediyesi'ne danışmanlığa başlayan, bağlı saray, kasır ve tarihi eserlerin restorasyon çalışmalarına katılan, 1999’da da Beyoğlu’na şehremini seçilen Başkan, TRT’yle süregelen biteviye toplantılarda (Tepebaşı’ndaki heyulanın kaçak ve ruhsatsız oluşundan dertlenerek) yapabileceği bir şey olmadığını tekrarlayıp dururken; o gün, – köşesinde söylediğine göre Yazar’ın – “orayı ihya etmek istediğinden” söz etmiş.
Yine Doğan Hızlan’a – 11 Ocak 2008 tarihli gazetedeki köşesinde – 2004’ten beri artık İstanbul’a şehremini seçilmiş olarak, bir başka vesileyle belki ama devam ederek anlatmış Başkan; artık son aşamaya gelindiğini, Tepebaşı’ndaki TRT Binası’nı ve oradaki alanı Suna ve İnan Kıraç Vakfı’na vereceğini, kendisinin önerisiyle de oraya eski Dram Tiyatrosu’nun aynısı bir tiyatro salonu ile konser salonu yapılacağını söylemiş.
21 Aralık 2009’da yeni bir haber düştü bir başka gazetede Mahmut Övür’ün köşesine. Henüz bölge planlarının tam olarak bitirilmediği, Büyükşehir Belediye Yönetimi’nin projeye sıcak baktığı anlatılıyor, işi yakından izleyen bir uzmanın dediği aktarılıyordu:
“Orada yanan bir tiyatro binası vardı: Dram Tiyatrosu. Onun bir minyatürü de yapılacak…”
…
1970 / Tepebaşı Dram Tiyatrosu binasının yanarak yok oluşunun kırkıncı yılında…
1984 / İstanbul’un mavi gözlü Başkanı’nın yanan Tepebaşı Dram Tiyatrosu binasının külleri üzerine, içinde tiyatro salonu da olan bir kültür merkezi yaptıracağını söyleyerek kaçak ve ruhsatsız bir otopark yaptırışının ve bir kısmını borca karşılık satışının yirmi altıncı yılında…
1986 / Taksim’den Şişhane’ye Tarlabaşı’nın böğrünün yarıldığının, mavi gözlü Başkan’ın çöküntü alanlarını yenileyeceğini söyleyip de çöküşü hızlandırdığının, birkaç yüz kişiye birkaç yüz milyar liralık rant merkezi yaratışının yirmi dördüncü yılında…
1941 / Westminster Sarayı'nın bombalandığı gece yarısında Kabine Bakanı Walter Eliot’un duraksamadan verdiği kararla, dokuz asırlık Westminster Salonu'nu kurtarışının altmış dokuzuncu yılında…
1950 / Avam Kamarası'nın yanışından dokuz yıl sonra yeniden yapılarak açılışının altmışıncı yılında…
2003 / Venedik'teki La Fenice opera binasının yanışından yedi yıl sonra yeniden yapılarak açılışının yedinci yılında..
2005 / İstanbul’un Mimar ve Sanat Tarihi Doktoru olan Başkanı’nın, yanan Tepebaşı Dram Tiyatrosu binasının külleri üzerine yapılan otopark binasını ve oradaki alanı bir vakfa vererek kültür kompleksi yaptırmaya karar verişinin beşinci yılında..
2007 / Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde, ‘İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti Yasası’nın sabaha karşı 04:10’da kabul edilişinin üçüncü yılında…
Bize tiyatroyu verenlerin ruhları huzurunda, onlara binalarını geri vermeli, geçmişe saygı duymalı.
Tepebaşı Dram Tiyatrosu’nu yeniden Türkiye’ye ve dünyaya geri verelim.
Sonra Büyük Usta gelsin. İstanbul’a bir proje yapsın. Geçmişi ezmeyen. Hafızayı kuşatmayan. Geleceği yücelten. 21’inci yüzyılın amentüsü olsun.
Sahne kimin İstanbul?