Engin Alkan’la Röportajlardan...
· Darülbedayi’ nin kuruluş yılları, çalkantılı günler... İlk oyunları Çürük Temel. Batılı anlamda tiyatronun seyircisi yok. Oyun, matinede kadınlara, suarede erkeklere sunularak iki gösterim yapabilmiş. Oyun, zamanında bir devrim niteliği taşıyor. Oyuna inanmayan çok insan var araştırdığımız kaynaklarda: “Batı tiyatrosunu beğendiremezsiniz” , “beceremezsiniz” diyorlar. Muhsin Ertuğrul ve arkadaşları “biz yaparız” da inat ediyorlar. Büyük bir gerilimle başlıyor oyun ve gerçekten büyük takdir kazanıyor. Oyunun başarısı devamını da getiriyor. Ve 100 yıllık bir kurumun çatısı da böylelikle ortaya çıkıyor.
· Metni okuduğumda çok ilginç, yüz yıl öncesinden bu güne söyleyecek sözü olan bir oyunla karşı karşıya olduğumu fark ettim. Ancak bu güne kıyasla hantal bir üslupla yazılan metnin günümüz seyircisine yüz yıl öteden sözünü ulaştırabilmesi gerekiyordu. Bunun için öncelikle metnin izlekleri arasında bir önem sıralaması yaptım. Çürük Temel, öz ve üvey evlatların bulunduğu İzmirli zengin bir ailenin bireyleri arasındaki ilişkileri konu etmekte. İflasın eşiğine gelmiş dededen kalma bir halı fabrikasını kimin idare edeceğine dair başlayan aile içi çatışmalar oyunun sonunda ailenin ibreti alem parçalanmasına kadar sürüyor; Herkesin kendini haklı gördüğü ve hiçbir uzlaşma zemini aramadan haklılığını diğerine dayattığı ve bir parçalanma bu. Bu bağlamda bazen soyut bir statüko ikonu, bazen bir iktidar mertebesi, bazen de bireyleri bir arada tutan bir ortak ülkü olarak “fabrika”yı alegorik bir imgeye dönüştürüp, onu öne çıkarmayı seçtim. Öyle ki bu fabrika bir ailenin yanı sıra bir yanıyla çöken bir imparatorluğun, bir yanıyla yüz yıllık bir tiyatronun, bir yanıyla da bu gün içinde yaşadığımız ülkenin tutarlı bir imgesi olabilmeliydi.
· Metnin bu gün demode kabul edilebilecek melodramatik anlatım biçimini modern bir tragedya diline dönüştürmek ve bunun için de trajik unsuru en başta gösterip, bu noktaya varılan süreci sergilemek istedim. Yıkılmış, çökmüş, parçalanmış bir fabrika atmosferiyle oyunu başlattım. Böylelikle seyircinin “çözüm var mıydı” sorusuna, sondan başa doğru cevaplar aramasını amaçladım.
· Eski metinleri sahnelemeyi sevdiğim gibi bir kanı oluştu seyircide. Bu eğilimim, bilinçli bir tercihten ziyade çeviriye dayalı taklitçi bir tiyatro geleneği içerisinde özgün ve kendi kimliğimi içeren işler yapma isteğinde olmamdan kaynaklanıyor. Bunu söylerken sadece yerli metinler oynayalım gibi bir şey önermiyorum. Ele aldığımız tüm metinleri, içinde yaşadığımız coğrafyaya ait kültürel birikimin süzgecinden geçirmemiz gerektiğine inanıyorum. Diğer bir olgu da şu: elimizde yazılmış çok az sayıda yerli klasik var. Dolayısıyla unutulmuş, ele alınmamış ya da geçmişte çok oryantalist bir üslupla değerlendirilmiş bazı metinleri ortaya çıkarmak ve yeniden ele almak; buradan hareketle sahip olduğumuz kimliğe dair sonuçlar çıkarmak bana heyecan veriyor. Tabii bu heyecanı yeni yazılmış bir metin karşısında da yaşayabiliyorum. Ama eski metinleri ele almak, tozlarından arındırmak ve kendimize ait bir tiyatro yaratmak için onlardan yararlanmak da çok önemli bence. Bazen, “bunu biz yapmazsak kim yapacak” sorusu da belirleyici oluyor. “Çürük Temel” de biraz böyle bir proje aslında. Yüz yıldır kimse ele almamış, unutulmuş gitmiş. Bunu görmek bir sorumluluk duygusunu da getiriyor beraberinde. Bu da ısrarcı olmama ve inatla bu projelere sarılmama neden oluyor.
· Oyunun oynandığı tarihsel dönemi dikkatle incelediğimde Muhsin Ertuğrul ve arkadaşlarının ilk oyun olarak neden bu oyunu seçtiğini anladığımı düşünüyorum. Birinci Dünya Savaşı yılları, parçalanmakta olan bir İmparatorluk, Avrupa’da ve Balkanlar’ da başlayan milliyetçi ayaklanmalar, Mısır’ın kaybedilişi, Çanakkale Savaşı, Doğu cephesinde Ruslarla savaş Ermeni tehciri, II. Meşrutiyet yılları, İttihat ve Terakki ve pan-osmanizm vs... Devasa bir çöküşü önlemek için İmparatorluğu oluşturan asal unsurları bir arada tutma ihtiyacının en hissedildiği yıllar olsa gerek...
· Evet bu gün Çanakkale’de İngiliz hücumbotları yok, sınırlarımızı savunmak zorunda olduğumuz bir savaşın içinde değiliz fakat 100 yıl sonra bu gün çok farklı cephelerde benzer bir çöküş duygusuna sahip olduğumuzu düşünüyorum. Bir toplumsal mutabakat fikrinden çok uzak “birlikte yaşama” arzusunun en uzak noktalarına savrulup duruyoruz. Toplumun asli unsurlarının kendi yaşam hakkını ancak diğerinden alarak var olabileceği sanrısıyla bir çözümsüzlüğe dövüle sövüle itelenip duruyoruz. Kitlelere kendini mazlum ilan eden ve kendinden olmayana zulüm etmekte beis görmeyen bir sistem, kendisi dahil tüm paydaları topyekûn “mağdur” edebilir. Keşke Osmanlı’nın kadim tarihinden hamasetin dışında da dersler çıkarılabilseydi… Oyuna dönersek, sanırım şöyle bir cümle yerinde olabilir: Şu köhne fabrika ne senin, ne benim; hepimizin. İş ki bir çalıştırmayı becerebilelim…
· Darülbedayi’ nin kuruluş yılları, çalkantılı günler... İlk oyunları Çürük Temel. Batılı anlamda tiyatronun seyircisi yok. Oyun, matinede kadınlara, suarede erkeklere sunularak iki gösterim yapabilmiş. Oyun, zamanında bir devrim niteliği taşıyor. Oyuna inanmayan çok insan var araştırdığımız kaynaklarda: “Batı tiyatrosunu beğendiremezsiniz” , “beceremezsiniz” diyorlar. Muhsin Ertuğrul ve arkadaşları “biz yaparız” da inat ediyorlar. Büyük bir gerilimle başlıyor oyun ve gerçekten büyük takdir kazanıyor. Oyunun başarısı devamını da getiriyor. Ve 100 yıllık bir kurumun çatısı da böylelikle ortaya çıkıyor.
· Metni okuduğumda çok ilginç, yüz yıl öncesinden bu güne söyleyecek sözü olan bir oyunla karşı karşıya olduğumu fark ettim. Ancak bu güne kıyasla hantal bir üslupla yazılan metnin günümüz seyircisine yüz yıl öteden sözünü ulaştırabilmesi gerekiyordu. Bunun için öncelikle metnin izlekleri arasında bir önem sıralaması yaptım. Çürük Temel, öz ve üvey evlatların bulunduğu İzmirli zengin bir ailenin bireyleri arasındaki ilişkileri konu etmekte. İflasın eşiğine gelmiş dededen kalma bir halı fabrikasını kimin idare edeceğine dair başlayan aile içi çatışmalar oyunun sonunda ailenin ibreti alem parçalanmasına kadar sürüyor; Herkesin kendini haklı gördüğü ve hiçbir uzlaşma zemini aramadan haklılığını diğerine dayattığı ve bir parçalanma bu. Bu bağlamda bazen soyut bir statüko ikonu, bazen bir iktidar mertebesi, bazen de bireyleri bir arada tutan bir ortak ülkü olarak “fabrika”yı alegorik bir imgeye dönüştürüp, onu öne çıkarmayı seçtim. Öyle ki bu fabrika bir ailenin yanı sıra bir yanıyla çöken bir imparatorluğun, bir yanıyla yüz yıllık bir tiyatronun, bir yanıyla da bu gün içinde yaşadığımız ülkenin tutarlı bir imgesi olabilmeliydi.
· Metnin bu gün demode kabul edilebilecek melodramatik anlatım biçimini modern bir tragedya diline dönüştürmek ve bunun için de trajik unsuru en başta gösterip, bu noktaya varılan süreci sergilemek istedim. Yıkılmış, çökmüş, parçalanmış bir fabrika atmosferiyle oyunu başlattım. Böylelikle seyircinin “çözüm var mıydı” sorusuna, sondan başa doğru cevaplar aramasını amaçladım.
· Eski metinleri sahnelemeyi sevdiğim gibi bir kanı oluştu seyircide. Bu eğilimim, bilinçli bir tercihten ziyade çeviriye dayalı taklitçi bir tiyatro geleneği içerisinde özgün ve kendi kimliğimi içeren işler yapma isteğinde olmamdan kaynaklanıyor. Bunu söylerken sadece yerli metinler oynayalım gibi bir şey önermiyorum. Ele aldığımız tüm metinleri, içinde yaşadığımız coğrafyaya ait kültürel birikimin süzgecinden geçirmemiz gerektiğine inanıyorum. Diğer bir olgu da şu: elimizde yazılmış çok az sayıda yerli klasik var. Dolayısıyla unutulmuş, ele alınmamış ya da geçmişte çok oryantalist bir üslupla değerlendirilmiş bazı metinleri ortaya çıkarmak ve yeniden ele almak; buradan hareketle sahip olduğumuz kimliğe dair sonuçlar çıkarmak bana heyecan veriyor. Tabii bu heyecanı yeni yazılmış bir metin karşısında da yaşayabiliyorum. Ama eski metinleri ele almak, tozlarından arındırmak ve kendimize ait bir tiyatro yaratmak için onlardan yararlanmak da çok önemli bence. Bazen, “bunu biz yapmazsak kim yapacak” sorusu da belirleyici oluyor. “Çürük Temel” de biraz böyle bir proje aslında. Yüz yıldır kimse ele almamış, unutulmuş gitmiş. Bunu görmek bir sorumluluk duygusunu da getiriyor beraberinde. Bu da ısrarcı olmama ve inatla bu projelere sarılmama neden oluyor.
· Oyunun oynandığı tarihsel dönemi dikkatle incelediğimde Muhsin Ertuğrul ve arkadaşlarının ilk oyun olarak neden bu oyunu seçtiğini anladığımı düşünüyorum. Birinci Dünya Savaşı yılları, parçalanmakta olan bir İmparatorluk, Avrupa’da ve Balkanlar’ da başlayan milliyetçi ayaklanmalar, Mısır’ın kaybedilişi, Çanakkale Savaşı, Doğu cephesinde Ruslarla savaş Ermeni tehciri, II. Meşrutiyet yılları, İttihat ve Terakki ve pan-osmanizm vs... Devasa bir çöküşü önlemek için İmparatorluğu oluşturan asal unsurları bir arada tutma ihtiyacının en hissedildiği yıllar olsa gerek...
· Evet bu gün Çanakkale’de İngiliz hücumbotları yok, sınırlarımızı savunmak zorunda olduğumuz bir savaşın içinde değiliz fakat 100 yıl sonra bu gün çok farklı cephelerde benzer bir çöküş duygusuna sahip olduğumuzu düşünüyorum. Bir toplumsal mutabakat fikrinden çok uzak “birlikte yaşama” arzusunun en uzak noktalarına savrulup duruyoruz. Toplumun asli unsurlarının kendi yaşam hakkını ancak diğerinden alarak var olabileceği sanrısıyla bir çözümsüzlüğe dövüle sövüle itelenip duruyoruz. Kitlelere kendini mazlum ilan eden ve kendinden olmayana zulüm etmekte beis görmeyen bir sistem, kendisi dahil tüm paydaları topyekûn “mağdur” edebilir. Keşke Osmanlı’nın kadim tarihinden hamasetin dışında da dersler çıkarılabilseydi… Oyuna dönersek, sanırım şöyle bir cümle yerinde olabilir: Şu köhne fabrika ne senin, ne benim; hepimizin. İş ki bir çalıştırmayı becerebilelim…